25 Şubat 2008 Pazartesi

Beş Kolay Parça

BİRİNCİ PARÇA:
Küçüktü, üşüyordu, kapının önünde bir başına kalmıştı. Annesinin işten dönmesini bekliyordu. Yaşadıkları muhit pek tekin değildi. Kasvetli bir apartmandı. Merdiven aralığının ışığı bir yanıp bir sönüyordu. Çocuk karanlıktan da karşı komşularından da fena halde korkuyordu. Ablası ile birlikte komşu hakkında uydurdukları öyküler birer birer aklına geliyordu. Kapılarının önünde beklerken uydurdukları öykülerin hepsine inanıyordu. Annesi ya da ablası dönmeden önce komşuları merdivenlerde belirecek diye ödü kopuyordu. Merdivenlerde ayak sesleri yankılanırken başı dönmeye başladı. Hıçkırığını gizledi, annesi ağlamasına izin vermiyordu. İri gözleri ıslak, merdivenden çıkacak karaltıyı bekledi.

İKİNCİ PARÇA:
Çocuk annesi ve ablası ile yaşıyordu. Başka bir ablası daha vardı ama o büyük şehirde yaşıyordu. Yılbaşlarında ve bazen aklına estiğinde eve geliyor. O eve geldiğinde çocuk çok mutlu oluyordu. Beraber oyunlar oynuyorlardı. Annesi büyük ablası geldiğinde mutlaka bir olay çıkartıyor abla en fazla üç gün kaldıktan sonra büyük bir kavga çıkıyor. Kapıları çarparak kaçıp gidiyordu. Arkadaşlarının evlerinde baba dedikleri bir adam olduğunu görünce o da annesine babasını sormaya başladı. Aldığı cevap her zaman en sunturlusundan bir küfür oldu, arkasında ne bir ufak açıklama ne de bir isim geldi.

Çocuk bir gün oyuncu olmak, büyük bir yıldız olmak istiyordu. Televizyonda gördüğü aktörleri taklit ediyor, gizli gizli ayna karşısında rol yapıyordu.

Çocuk evdeki her zaman barut fıçısı annesine onsekiz yaşına kadar dayandı. Reşit olunca büyük şehre ablasının yanına gitti.

ÜÇÜNCÜ PARÇA:
Ablasının aslında annesi olduğunu öğrenmeye hazır değildi. Annesinin anneannesi, ablasının teyzesi büyük ablasının ise annesi olduğu gerçeği 3 kişiden ibaret ailesindeki tüm rolleri birbirine kattı.

Gerçek annesi de babası hakkında konuşmak istemiyordu.

Çocuk genç adam olmuştu. babasının onu neden terkettiğini, onu neden istemediği sorusuna yanıt bulamayacağını anlayınca kendisini çaresiz hissetti. Çaresizliği içindeki en derinlerde kalmış bir yere ittirdi, o soruyu bir daha sormadı.

Oyunculuk kurslarına yazıldı. Çok başarılıydı, ufak filmlerde önce ufak sonra, biraz daha büyük roller aldı. Otuz iki yaşına kadar çok kimsenin hatırlamayacağı filmlerde göründü.

DÖRDÜNCÜ PARÇA:
Arkadaşı bir senaryo yazmıştı, başrolde onun oynamasını istiyordu. Büyük stüdyo bu genç adam konusunda kararsızdı. Ama sonunda rolü aldı. Yetmişli yıllarda çekilmiş insana ve onların içsel yolculuklarına odaklanmış, hiç birşeyin göründüğü gibi olmadığı filmlerdendi.

Filmin sonlarına doğru yer alan önemli bir hesaplaşma sahnesi hariç bütün çekimler tamamlanmıştı. Filmin son çeyreğinde yer alacak olan bu sahne genç adamın hazır olmadığı gerekçesi ile sürekli erteleniyordu. Artık ertelenemeyecek hale gelmişti, o sahne çekilince film bitecekti. Genç adam yönetmenden o sahneyi değiştirmesini istiyordu. Yönetmen kesinlikle yanaşmıyordu. "Bu sahne bu şekilde çekilmezse bu film istediğim film olmayacak, denemelisin, başaracaksın" diyerek genç oyuncuyu yüreklendiriyordu.

Genç oyuncu sahneyi çekmeye razı oldu. Ama bir tek ricası vardı. Sette kendisi, diğer oyuncu ve yönetmen dışında başka kimse olmayacaktı. Sabah çekime geldiğinde oldukça endişeli görünüyordu. Işıklar, ses ayarlandı teknik ekip dışarıya çıktı. Yönetmen kendisini rahat hissedecekse doğaçlama yapabileceğini söyledi. Klaketi kapatacak kimse yoktu. Kamera çalışmaya başladı.

Genç adam hasta yatağındaki felçli babasına arkasını döndü, kamera yüzüne yaklaştığında genç oyuncu gitmiş yerine, o karanlık kasvetli koridorda bekleyen ürkmüş çocuk gelmişti. Çocuk ürkmüştü konuşmaya başlayınca babasını annesi olduğu zannettiği kadına soran çocuk gelmişti.
Senaryoda olmayan sözler ağzında dökülmeye başladı. Babası ile hesaplaşıyordu. Hayatında belki ilk kez kendisini bıraktı. Sahne bittiğinde gözlerinde öfke yüklü yaşlar vardı.

Jack Nicholson o sahneyi çekmeye başlarkan sıradan bir yıldız adayı, çekim sona erdiğinde ise 32 yaşında koskocaman bir yıldızdı.

BEŞİNCİ PARÇA:

"Five Easy Pieces" Kuzey Amerika'da piyano öğrenmeye başlayan gençlerin mezuniyet tezi kitabı görevini üstlenmiş bir kitaptır. İçinde beş klasik piyano eseri vardır. Aylar yıllar süren yorgunluk, ter, bazen umutsuzluğa kapılmaya neden olan egzersizlerden sonra bu kitaptaki parçaları çalmayı başaran piyano öğrencisi mutlu olur. Artık bir şeyleri ortaya koyabilmenin hazzını yaşar.

Robert Rafaelson, Holywood'un insanın ön plana aldığı yetmişli yıllarda, yıllardır üzerinde çalıştığı senaryosunu filme çekmeye çalışmaktadır. Film çarpıcı bir konuya sahiptir, ismi "Five Easy Pieces" olacaktır. Baş rolde Jack Nicholson vardır.

Fabrikada işçidir Jack Nicholson, çok basit zevkleri vardır, geceleri ayık geçmez, berbaer yaşadığı sevgilisi de çok basit bir kadındır. Küfür, içki, iş ile dolu bir hayattır. Sevgilisi ile iletişim problemleri vardır. Eve geldiği zaman sözle konuşamadıklarını müzik setinin sesini yükseltip Tammy Wynette şarkıları çalarak ortaya döker sevgili rolündeki Karen Black. Jack nefret edilecek bir karakteri canlandırmaktadır.

Sonra birden, hiç umulmadık bir anda, inanılmaz bir mekanda, jack Nicholson bir pyanonun başına geçer ve inanılmaz güzellikte bir melodiyi çalmaya başlar. O andan itibaren adamın içinde yaşadığı çevreden farklı bir geçmişi olduğunu, o çevrede bir yabancı olduğunu anlayıp gizlice izlemeye ipuçlarını bir araya getirmeye başlarız.

İyi bir piyanist olacakken, zengin ailesini terkedip, sahip olduğu herşeyi elinin tersi ile itip, bir fabrikadaa işçi olmayı tercih etmiştir. İki kardeşi vardır. Kızkardeşini ziyaret ettiğinde, yola çıktığı andan itibaren sanki işçi jack sanki yavaş yavaş soyunup aristokrat jack ceketini giyer. Konuşması, şivesi, yürüyüşü yavaş yavaş değişir ve içinden farklı bir adam dışarıya çıkar.

Babası ağır hastadır, istemdeiği halde onu ziyaret etmek zorundadır. Ziyarete sevgilisi ile gider. Orada babası ile hesaplaşır. Kolay bir hesaplaşma değildir. Sevgilisi ile yola çıkar. Bir benzin istasyonunda dururlar. Jack sevgilisinin iyi olmasını, mutlu olmasını istemektedir. Sevgilisi tuvalette iken, ceketini, cüzdanını bırakarak benzinlikte karşılaştığı bir şofre onu alıp alamayacağını söyler. Beş parasız ve kimliksiz yola çıkar...

Sinemaseverlerce keşfedilmesi gereken filmlerdendir Beş Kolay Parça.

24 Şubat 2008 Pazar

Köy Yanar Kahpe Taranır

Bir alay insanın dar bir zamanda bir işi yetiştirmek için telaş içinde zamanla yarışarak işi bitirmeye kalkıştığı bir anda, bazı kimseler, tembellikten ya da türlü sebepten, işin bitmesine yardım etmek şöyle dursun bunun yerine konu ile doğrudan/eğriden şöyle ya da böyle ilintisi bulunmayan, işin bitmesine faydası dokunmayan bir işle zaman öldürürler. Vardır böyle tembellikle vakit geçiren kimseler, yan gelir yatar bir de sonunda kendi yapmış gibi ahkam kesmeye yeltendikleri vakit bir kaç kez - izmirli ağzıyla - vardır aslfalayaların attığı zamanlar serde.

22 Şubat 2008 Cuma

Sağduyu Gaflet Uykusunda

Alsancak, sevinç pastanesi önünde kapkara öcü gibi giyinmiş bir kadın bekliyordu. Önünden başı örtülü, dizin altında bacaklara kadar uzanan modern bir tunik giymiş, tuniğin aştında uzun pantolonu olan, ancak parmakları dışarıda bırakan bir ayakkabı giymiş zarif bir genç kız geçti. Öcü kılığındaki kadın birden fırladı ve zarif genç kızın başörtüsüne asıldı, bir yandan da "Alttan açmış üstten kapatmış pis orospuuuu!!!" sözlerini haykırdı. Son keşmeyi canhıraş çığlıklarla tekrarladı. O anda yoldan geçenler şaşırdı. Erkekler kızı siyahlara bürünmüş kadının elinden zor kurtardı.

Mevsim yazdı. Aynı yaz, Karaburun'da bir genç kızın tesettüre bürünmüş bir grup insan tarafından tartaklandığını okuduk.


Bu saldırganlık, bu öc alma hırsı nedir? Hoşgörüyü hangi sene, sağduyu tam olarak nerede kaybettik acaba?


Tesettür giyim tarzını benimsemiş insanların, normal insanların kendilerine gösterdiği hoşgörüyü gösterebildiği bir ülke olmamız dileği çok çaresiz/imkansız bir temenni olarak mı hatırlanacak kısa bir süre sonra?

21 Şubat 2008 Perşembe

Tapon Bunlar !!!

Kerli ferli insanlar var, üzerlerinden bir ağırlık bir efendilik akıyor. Konuşurken daha daralıyorum bunlarla. Aklımdan "Allah'ım bunlar doğuştan mı böyle?" sorusu geçiyor sıklıkla. Eğer sonradan oldularsa bilmek istemiyorum zaten. Bunların etiketleri var, kerli ferli halleri, muhteşem göbekleri, tapılası gıdıkları, ballandıra ballandıra anlattıkları yaz tatilleri, süper zeki çocukları var. Bir tanesinin de Allah için normal bir tarafı yok her vasıfları olağanüstü. Kariyerlerinin zirvesinde bunlar ama gözleri hala başkasının bir tarafında.
Bunların sidik yarışı dinmek bilmiyor, dur durak tanımıyor. En uzağa sen gittin abicim, ingilizceyi en güzel sen konuşursun, en güzel sen anlarsın, insanlık tarihi boyunca dünyanın başına gelen en güzel lütuf sensin be anacım, en güzel sen sıçar üzerine tüy dikilmesi gerekirse en güzel kıl da tüy de senin, yeter ki o yağıl yavşak el ayak, öte ve berinizi benden uzak tutun. Gerisi sizin hepsi sizin olsun.

Toz Almanın Püf Noktaları

Bir tür temizlik yöntemi olarak toz almak beni tuhaf biçimde büyülemiştir. Özellikle elinde kuş tüyünü andıran bir demet ile tozlara "puf" "puf" darbeleri ile dokunup geri çekilerek klasik müzik eşliğinde yapıldığında kolaylıkla bale yapıyormuş izlenimi sergilenmesine müsait eylem tarzı olarak gerçekleştirildiğinde izlemesine doyum olmayabilir. İşte fantazi dünyası kapısını böyle olmadık yerlerden aralayıveriyor bazen.

Aslında toz almak tembel insanın işi değildir. Tembeller toz almaya kalkıştığında tozlar çoktan birleşerek öbek öbek, çalı grupları halini almaya başlamış olacağından onlar tozu kulaklarından tuttukları gibi alır camdan aşağıya atıverirler.


Üç arkadaş ev tuttuğumuzda tozları 3 aayda bir kulağından yakalar camdan atıverirdik konu komşuya hissettirmeden. Ama iş mutfaktaki bulaşık yığınlarına gelince hepimizin mutlaka bir işi çıkıverirdi.

Farklı Bir "Güzel ile Çirkin" Filmi

Steven Shainberg'in yönettiği, başrollerinde Nicole Kidman ve Robert Downey Jr.'ın rol aldığı "Fur: An imaginary portrait of Diane Arbus" u izledim dün gece. 2006 yapımı bu film David Lynch'in Inland Empire isimli son başyapıtı gibi ne yazık ki sinemalarımıza uğramadı.


Diane Arbus ülkemizde çok fazla tanınan bir fotoğrafçı değil. Zengin bir ailenin kızı olarak dünyaya gelip, ailesinin istemediği bir evlilik yapmasına rağmen eşi de tanınmış bir moda fotoğrafçısı olan Diane yine kalburüstü bir hayat sürmeye devam ederken, sahip olduğu herşeyi, iki kızını, zengin hayatı, iyi bir evliliği elinin tersi ile iterek farklı bir dünyaya adım atar. Çektiği fotoğraflar rahatsız edicidir. Siyah beyaz çalışır. Çirkin insanlar, fiziksel kusuru olan insanlar, kadın kılığındaki erkekler, ikizler, üçüzler, sirkler, cüceler, çıplaklar kampındakiler, terkedilmiş otel odaları resimlerine taşıdığı konulardan olur. 1923 doğumlu Diane 48 yaşında bileklerini keserek intihar eder. İntihar anında fiziksel özürlü arkadaşlarının başucunda bekleyip ölüm anını fotoğarfladığı anlatılır. Seçtiği konuları o güne kadar ilk kez görüntüleyenlerden olduğu için fotoğrafları 20. yüzyılın ikinci yarısında farklı sanat dallarındaki sanatçıları etkilemiştir. İkiz kızkardeşleri gösteren fotoğrafından Stanley Kubrick ağır biçimde esinlenerek "Shining" filminde bu ikizleri andıran görüntüleri kullanmıştır.



Film Diane'in sadece yeni bir dünyayı keşfedip, fiziksel kusurunu saklamaya çalışan komşusu ile tanışıp fotoğraflar çekmeye başladığı ilk dönemi anlatıyor. Filme ilk başta aydınlık hakimken Diane'ın komşusu ile tanışmasından itibaren kasvetli ve ağır bir hava atmosferi ele geçiriyor. Yönetmen kesinlikle antipatik Lionel karakterini merak unsurunu canlı tutarak yavaş yavaş açığa çıkartıyor. Komşunun teni açığa çıktıktan sonra yine herşey aydınlanıyor. Nicole Kidman iyi oynamış, Robert Downey Jr. ise yüzünü göstermeden filmin sonuna kadar mükemmel bir oyun sergiliyor. Nasıl olur demeyin, oluyor işte.

20 Şubat 2008 Çarşamba

Fena Halde Hakkı

Çok uzun sürmedi ayaklarımın beni kırmızı saçlı kadını gördüğüm yere götürmesi. Soğuktu ve yağmur yağıyordu. Öğle yemeklerini sürekli olarak yediğini tahmin ettiğim yere zor yetiştim. Caddenin sağ tarafındaki kaldırımda yürüyordum ki, yüzyıllık binalardan birinden dışarıya o çıktı. İki metre ötemdeydi. Başkasını gözetlemek çok ayıp biliyorum. Yanında kendisinden uzun boylu kırklı yaşlarında bir adam vardı. Kadın şemsiyesini açtı. Erkeğe verdi. Altında beraber yürüyerek karşıya geçmeye çalıştılar. Tam caddenin ortasına geldiklerinde adam geriye kaçtı. Kırmızı saçlı kadın caddenin tam ortasında bir başına kalakaldı. Adam tam bir öküz. Yolun ortasında onu bırakıp nasıl geriye kaçarsın sen? Utanmaz adam. Kadın da gerisin geriye kaçtı.


Sonra karşıya geçip, kafeye girdiler. Adı Retro. Biraz bekleyip arkalarından girdim. Hiç durmadan konuşup, yemek yediler. Adam resmen bir öküz gibi yedi.



HEY HAKKI DUR ORADA!!!!! ....


Ben bu bloğun sahibi Vladimir. Hakkı'nın beni böyle "öküz" diye tanımlamasına çok sinir oluyorum.


Bak oğlum hayatın ellerimde mahfederim seni bilmiş ol. Sen doğduğuna pişman olduğunu sanıyorsun ama sen daha birşey görmedin be yavrum.. Kendine gel, haddini bil Hakkı..


DEVAM ET HAKKI...

Ama terbiyeni takın bu sefer...




Kadının yazı yazmasına mani oldu. Oysa biliyorum o her öğlen buraya gelir ve yazar. Kırkbeş dakika oturdular oturmadılar, yemeğin üzerine bir çay içip kalktılar. Adam çalışmıyor galiba, kızıl saçlı kadının işine yetimesi lazım. Sevmedim o adamı. Günahımı vermem. Çok içten pazarlıklı bir hali vardı. Onlar çıkınca ben kızıl saçlı kadının masasına gçip bir kapuçinoo söyledim. Ön yüzünde "bu kuponu getirip fön çektirene bir seans solaryum bedava" yazılı amerikan servisin arkasına yazmaya başladım bunları.


Ben de yazmak istiyorum. Ama ne yazacağımı bilmiyorum. Sanırım doğduğum yere gidersem orada yaacak birşeyler bulabilirim. Ama yazmaya değecek ne var asıl onu bulmalıyım.




HAKKI SEN BİTTİN OĞLUM!!!!! ....


Bu sabah vapurda işe giderken seni düşündüm. "Her Hakkı Mahfuzdur" etiketlerinin son yazısında seni öldürmeye karar verdim ben. Ama nasıl öldüreceğime karar verinceye kadar Pasaport İskelesine geldi dayandı vapur. Canım Alsancak iskelesine kadar gitmek istemedi indim orada. Oysa aklımda seni karlar içerisindeki bir terene bindirip, aksi istikametten gelen tren ile senin trenin çarpıştırıp bu kazanın üzerine çığ düşürmek vardı, oysa senin kafanı evindeki fırının içine sokup tüpü sonuna kadar açmak vardı, yoksa aklımda camı penceresi tıkalı banyoda uzun süren bir duş aldırmak vardı, Oysa seni banyo küvetine yatırıp, bileklerine jiletle incecik iki kesik açıp sıcak suların içine oturtmak vardı. Kurtuldu bu seferlik hakkı. Ama seni sevmedim Hakkı, bilmiş ol Hakkı, ayağını denk almanı öneriyorum Hakkı!!!



Bir haftadır Gönen'deyim. Burada tanıdık kimse kalmamış. Kaplıcalardaki oteldeyim bir haftadır. Bir haftadır uyku tutumuyor. Babamın bizi neden terkettiğini anlar gibi oldum sonunda. Manolya'da biricik kızım Tuğçe'yi alıp terkedeli beri anlayacak gibi oluyordum zaten.


Yaşadıkları babama yetmiyordu, o hep önemli bir olmak istedi, bakkaldan getirdiği bir kase yoğurdun üstündeki kaymağın eleştirilmesine tahammülü kalmamıştı. Bizlerin zırıltısını daha fazla çekemedi ve gitti. Ya da ne oldu bilmiyorum.


Ama bilmek karımı ve kızımı geri getirmiyor.



Bu sabah..




Ben bu sabah... Seyahat çantamın içindeki bütün ilaçları kutularından çıkarıp, oteldeki yatağımın üzerine, yatak örtüsünün üzerine dizdim. Turuncu soğuk algınlığı ilacı, beyaz tansiyon ilacı, sarı uyku hapları, beyaz yeşil yatıştırıcıların uç uca dizildiğinde büyüleyici bir güzelliği var. Daha önce farketmemişim. Onları tek tek ağzıma alıp, bir şişe "madran" ile boğzaımdan aşağıya inidirecek cesareti bulmak için tam 2 saat baş parmağım ile işaret parmağım arasına aldığım bir dramamine'i dudağıma dayayarak bekledim. İlkini içsem geriye kalan 56 tanesini de içebilecektim. İlacı yutabilmek için beni hayata bağlayabilecek nedenlerin ne olacağını düşündüm; bir tane bulamadım. Adaleti severim ölmemi gerektirecek nedenleri bulmaya çalıştım bir tane geçerli neden bulamadım. Geçersiz olan bir tane vardı o da bu da nadanlık eden öküz herife aitti.


Yataktan kalkıp başımı cama dayadım.


Dışarıda bembeyaz bir masal dünyası vardı. Çocuklar kardan adam yapıyorlardı.


Çocukken biz de üç kardeş, kar yağdımı bahçeye çıkar kardan adam yapardık..


Kardan adam yapmak istedim


Dışarıya çıktım..


Çok sessizdi.


Karın üzerinde minicik iki tane serçe vardı.


Serçeleri seyreden tek kişi ben değildim....

19 Şubat 2008 Salı

Çocuk Oyunu

Jeux d'enfants 2003 yapımı bir fransa/belçika yapımı film ülkemizde "cesaretin var mı aşka?" ismi ile gösterime girdi.

Yönetmeni Yann Samuel, filmin bir bölümünün evlerinde çekilmesine izin veren filmin gösterimine kısa bir süre kala trafik kazasında hayatlarını kaybetmiş olan dünürlerine ithaf etmiş. Sophie rolündeki Marion Cotillard ve Julien'i oynayan Guillaume Canet çok doğal oynamışlar.


Filmi izlerken julien'in bittiği anın uzun yıllar aklımda yer edeceğini düşündüm.


10 yıl görüşmemekle julien i cezalandıran Sophie, julien ile görüştüğü anda onu yine cezalandırır. Polisleri evine çağırır. Ona aylardır tacizde bulunan sapığın evde olduğu söyler. Polis hemen gelir. Julien arabası ile kaçaraken kaza yapar. Sophie hastahaneye gider, her yeri yanmış julien'i görünce yıkılır. Kocası ile evine dönerken Julien'in nasıl birisi olduğunu hatırlar. Hastaneye geri dönmeye karar verir. Julien aslında kötü bir şaka yapmıştır. Sophie'nin başına geleceklerden korkmaktadır. Hastanenin kapısında karşılaşırlar. İkisinin eşi olanları o anda anlamıştır. Durdurmak için koşarlar. Sophie'nin eşi julien'e yumruk atar. Julien sırt üstü yere düşer. İşte Julien'in bittiği an budur. Mutludur. Sophie yıllar sonra yine yanındadır. Yere düşer ama yer onu tutmaz, Julien duramaz. Suyun içine düşer. Durmaz. Batar batar, yerin dibinde sular altındayken hayatı gözlerinin önünden geçer.



Bu bir spoiler biliyorum ama sadece 2 dakikası böyle, her sahnesi ayrı sürprizlerle dolu bir film.

18 Şubat 2008 Pazartesi

Prenses Veda Ederken..

Senelerce senelerce önce bir deniz ülkesinde, sarışın bir prenses yaşardı. İsmi çok güzeldi ama prenses lanetliydi. İsmini söyleyen kimse taş olurdu, o yüzden kimse ismi ile seslenemezdi, sadece “prensesim” derlerdi. O herkesin prensesiydi.

Sarışın Prenses, gerinerek uyandı yatağında. Hizmetkarlar atlas perdeleri açınca kuvvetli bir ışık seli aktı içeriye. Prenses evlenmek üzereydi. Bu saraydaki günleri sayılıydı. Hizmetkarları uyanan prensesin etrafında toplanıp geceliğini çıkartarak, altınlarla, simli kurdelelerle süslü elbisesini giydirdiler. Prenses aynaya baktı, peri kızı gibi olmuştu. Aynadaki aksine hüzünle gülümsedi. Sarışın prenses balkona çıktı, aşağıda onu görmek için bekleyen kalabalığa el salladı. Onlara gül buketleri savurdu. Kütüphanede oturuyor hizmetkarlarına fal baktırıyordu. Kütüphanede onlarca ülkeden gelen kitaplarda yazılanlar prensesin sapsarı saçlarından yakalamış onu çekiyorlardı ama prenses bunu bilmiyordu.

Prenses çok mutluydu ama birisi ismini söylesin istiyordu, isminin söylenmesine hasret kalmıştı. İsmini duyamamak mutluluğuna gölge düşürüyordu. Bazı günler sarayın koridorlarında koşar, koşarken ismini haykırırdı. Upuzun mermer koridorlarda sesi yankılanır yankılanır geriye dönerdi. Prenses birisi onu çağırıyormuş gibi hayaller kurardı. Ülke bolluk ve refah içindeydi, mutlu bir nüfus uyum içinde yaşıyordu.

Masallarda; kral ve kraliçeler, veliaht prenslerine eş seçerken, aday prenseslerin gerçekten nazik, kibar, duyarlı ve fiziki yönden hassas olup olmadıklarını ölçmek için bezelye testinden geçirirler; bunu gerçekleştirmek için önce, onlarca kuştüyü döşek, kaztüyü yastık ile çok rahat bir yatak oluşturup en alttakine bir adet bezelye yerleştirirler, kıza iyi uykular dileyip bu yatağa yatırırlardı. Eğer kızcağız rahat rahat uyursa onu beğenmez, kendisine karşı tavır takınırlar, ancak gözünü uyku tutmaz sabaha kadar kukumav kuşu gibi oturusa onun gerçekten prensesliği hakettiğini düşünür, oğullarına ister, bağırlarına basarlardı. Sayısı onbinleri aşan kitapları ile hayli zengin bir saray kütüphanesi emrine amadeydi ama sarışın prenses bunu bilmiyordu.

Sarışın Prenses nişanlısının sarayında sabahın ilk ışıkları ile yataktan aşağıya süzüldü, hizmetkarları beklemeden kendi kendine giyindi. Oda kapısını açınca gecelik ve takkeleri içindeki Manolya Kralı ve Kraliçesi, nişanlısı Manolya Prensi, müstakbel görümcesi Manolya Prensesi ile burun buruna geldi. Kraliyet ailesi hep bir ağızdan “Günaydın” diye bağrıştılar. Sarışın Prenses de “günaydın” deyince, Kraliçe yumuşak bir ses tonu ile sanki vereceği cevap hayat memat meselesiymiçesine ciddi biçimde, adeta içi giderek sordu “İyi uyudunuz mu prensesim?”. Prenses bir düşündü, ayıp olmasın diye evet diyecekken, fikrini değiştirdi. “Hayır haşmetmeabları iyi uyumak şöyle dursun bir dakika bile gözümü kırpmadan bütün gece tavanlara baktım” dedi. Bu yanıt üzerine kraliyet ailesi mutluluk ile havalara sıçradı.

Döneminin en olabilecek en hızlı imkanları kullanılarak izdivac yerine getirildi. Prenses baba sarayına son kez el sallayıp ayrıldı, Prenses veda ederken gözlerinden üç damla yaş süzüldü. Bu yaşlar gökyüzünden, mutluluğu arayan insanların üzerine düştü. Prensesin adını hiç kimse söyleyemedi.


Kemeraltı güne her zamanki gibi erken başlıyordu. Küçük kamyonetlerle gelen mallar dükkanların önüne indiriliyor, kuş bakışı, dikkatli bakıldığında bu büyük pazar yerinin, iç içe geçmiş tekerlekler biçiminde yapılaştığı anlaşılıyordu. Eski binalardan oluşuyor bir çivi çakılması için Yüksek Anıtlar Kurulunun izin vermesi gerekiyordu. İşte o izin kolay çıkmadığı için tamire hasret Kemeraltı günden güne eriyen bir krallık gibi tükeniyordu.

Esmer Prenses, griye dönmüş boyaları dökülen odasında uyuyordu. Uyurken titriyordu, rutubet duvarlarda kirli izler bırakıyordu. Prenses çok mutsuzdu ama o bunu bilmiyordu.

Esmer Prensesi ilk gördüğümde haber bültenine dolgu maddesi olmuştu. Popstar yarışması furyası başlamak üzereydi. Bu daha ilk yarışmaydı. Ülkenin dört bir yanından genci yaşlısı popstar yarışmasının ön elemelerine katılmak için geceyarısında büyük şehirlerdeki büyük otellerin önünde sıralara giriyor, sabaha kadar bekliyor, sabah da beklemeye devam ediyor, sıra kendisine gelince Deniz Seki, Ercan Saatçi, Armağan Çağlayan, Ahmet San gibi isimlere kendini beğendirmeye çalışıyor, onlara bir şarkıdan birkaç kuple söylüyordu. Yarışmanın ön elemeleri içinde egzantrik kişiliği ve özenli giyimi ile dikkat çekti prenses, sesi kötüydü. Etrafına üşüşen muhabirlere kırkı yıllık sanatçı edası ve mükemmel telafuz ettiği Türkçesi ile yanıtlar veriyordu. İsmini soranlara “ben prensesim” diyordu. Saatlerce sırada beklerken gülen yüzü mülakat çıkışında darmadağın olmuştu. Şaşırmıştı dudakları titriyordu. “Nasıl olur?” diye sordu dışarıdaki kalabalığa, gazeteciler bile kadının üzüntüsünden etkilenmişlerdi. “Üzülme Prensesim bu bir oyun” dedi bir gazeteci. “Ama ben prensesim!!! Ama ben çok güzel şarkılar söylerim” derken gözleri şaşkınlıkla açılmış, dudakları kederle büzülmüştü. Prenses çok şıktı, daha ödenecek çok taksidi vardı. Kalabalığın arasına başı önde karışırken gazeteci ordusu peşine takılacak başka bir kişiyi bulmuştu bile çoktan.

Prensesi canlı olarak ilk gördüğümde Kemeraltı’nın arka sokaklarında telaş içinde yürüyordum. Uzunca bir yolun sonunda esmer bir kadın avaz avaz şarkı söylüyordu. Şarkı arabesk fantezi türündeydi. Şadırvanın orda durmuş, omzuna hoparlörleri olan bir kasetçalar yerleştirmiş sanki sahnede gibi rahat tavırlar içinde devam ediyordu. Yanında geçerken dikkatle kulak verdim; “bir sevgilim olsa fena mı olurdu yani” sözlerini seçebildim. Kasetçalardaki başka bir şarkının melodisi üzerine kendi sözlerini uyduruyordu. Çok şıktı, tertemizdi, dış görünümünde tepeden tırnağa bir özen hissediliyordu, siyah elbisesinin üzerinde iri iri puanlar vardı. Manifaturacı dükkanının kapısında duran dükkan sahibi ağzına soktuğu kürdan parçasını ısırırken söyleniyordu “Tövbe tövbe, delinin zoruna bak” , Karşı dükkandan turşucunun on, onbir yaşlarındaki oğlu içeriye bağırdı “Anne yetiş, Prenses yeni şarkı söylüyor”

Koyu bir akşam üzeri Kemeraltı’ndan çıkışta gördüm yine Prensesi, her zamanki gibi bakımlı, şık, kibardı. Kemeraltından çıkıp akşamın karanlığına karışmak üzere olan insan seline sesleniyor, “İyi akşamlar efendim”, “Tekrar bekleriz efendim” “Şeref verdiniz efendim” sözleri ile onlarla vedalaşıyordu. Prenses veda ederken sesi titriyordu.

Kemeraltı’nda yaşayan bir prenses var. Gerçek hikayesini kimseler bilmiyor.

Prenses kendi ülkesinde çok mutlu. Prensesin şarkıları var, tebası var, onu sevenler var, kötülükler prensese değmeden yanından geçiyor. Kemeraltı’nın Prensesi, her gün başka bir şarkıya imza atıyor. İmzası havada dağılıp seslerin dünyasına karışıyordu.

Dün başka bir prenses şarkılarına veda ederek ayrıldı aramızdan. Alışılmadık bir prensesti o da. Sessiz sedasız veda etti bu dünyaya. Son 25 yılın ses getiren şarkılarına da, klasikleşmiş şarkılarına da imza atmış, zeki, hazırcevap, yalansız dolansız bir prensesti. Prenses veda ederken İstanbul'da kar vardı.

Aysel Gürel’i sevgiyle anıyoruz.

17 Şubat 2008 Pazar

Tesadüflerin Gizli Dansı

Hava o kadar soğudu ve ben soğuktan o denli hoşnutsuzum ki sıcak günleri anımsayıp içimi ısıtasım var. Tabii bergerimiz yok, heryeri bembeyaz örtecek karımız yok, pencereden görünen ise simsiyah bulutlarla bezeli soğuk İzmir seması. Soğuklardan kurtulmak için zamanda sıcaklara yolculuk yapıyorum. Zaman makinamı bahar ayının sonlarında bir yere çeviriyorum.
2003 yılında 19 Mayıs'ın sayesinde üç gün tatil fırsatını yakalayınca dört arkadaş M., P., F. ve ben bu minik tatil fırsatından istifade Bergama'ya gidip 2 gece kalma planı yapıyoruz ve düşüyoruz yollara. Burada insanların gerçek ismini vermeyi sevmediğim için arkadaşlarımın ismi sırasıyla; Martı, Panda ve Fiyonk.
Sabah erkenden yola çıkıp onca gezip yollarda oyalanmaya rağmen öğlen olmadan varıyoruz Bergama'ya. Hemen bir pansiyon buluyoruz, eşyalarımızı bırakıyoruz. Pansiyonun ismi bir tuhaf. Bir arkadaşımın soyadına benziyor. Göreceğimiz çok yer var hemen çıkıyoruz. Bir tajsiye biniyoruz, tarihi yerlerin hepsini görüp fotoğraf çektireceğiz. Taksi şöförü "Abi boşuna para vermeyin ben sizi akşamüstü duvardan sokarım, günler uzun hava kararıncaya kadar gezersiniz" diyor. Nedense bize cazip gelen bir fikir bu. Akşamüstü beşte bizi alıncaya kadar beklemek üzere çay bahçesinde oturuyoruz.
Fiyonk'un boynunda yıllardır taktığı ufak bir kolye var. Her taktığında öyküsünü anlatır bize. Fiyonk İtalya'da tarihi bir yerde gezerken taşların arasında bir karaltı dikkatini çekiyor, eğilip almak istiyor, sıkışmış iyice ufak bir çakı ile kanırtıp alıyor. Kaldığı otele dönünce güzelce temizliyor, karaltı Romalılar döneminden bir para çıkıyor. Ülkesine gidince bu paranın ucuna bir eklendti yaptırıp güzel bir zincirle kolye haline getiriyor. Kişisel tarihine göre ona uğur getirdiği kanıtlanmış. Martı Fiyonk'un bu hikayesine asla inanmıyor, her seferinde itiraz edip onu sinirlendirmeye çalışıyor. Ama bu kez farklı. Martı öyküyü yemiş görünüyor. Panada ve martı'nın Fiyonk'a hazırladığım oyundan haberleri var. Akşamüstü kalıntıların olduğu yerde ona sürprizim var.
Bir yıl önce Ankara Etnografya Müzesinden eski çağlara ait taklit paralar satın almıştım. Aklımda Fiyonk'a gizel bir oynamak vardı epeydir. Paralardan bir tanesini evdeki çiçek saksılarından birisine gömerek sakladım. Bergamaya gelirken yanıma aldım.
Taksici biz alıyor. Saat 17:40 ta varıyoruz. Bütün görevliler gitmiş, duvardan zıplayıp içeriye giriyoruz. İçeride "Dikkat Köpek" yazısı var. Köpekler geliyor. Kalbim kütküt atıyor. Köpekten çekinirim var mı dahası? Ama bu köpekler çok sevimli ve hayli insancıl, yanımıza gelince hemen seviyoruz, kuyrukları pat pat savruluyor havada. Gezimizin kalan bölümünde bize eşlik ediyorlar.
Az ileride tiyatro binasında istediğim gibi bir yer buluyor ve elimdeki topraklı parayı bir yarığın içine görünecek biçimde bırakıyor ve Panda ile Martı'ya söylüyorum. Hep berbaer Fiyonk'un parayı "tesadüfen" bulmasını sağlayacağız.
Kan ter içinde kuşku uyandırmadan numara çeviriyoruz. Fiyonk parayı buluyor. Çok şaşırıyor, çok mutlu oluyor, hepimiz mutluyuz kahkahalarla gülüyoruz.
O akşam taksici bizi salaş bir balık lokantasına götürüyor, çok ucuza leziz bir akşam yemeği yerken sohbet ediyoruz. Taksici söylediğimiz saatte bizi gelip alıyor. Ertesi gün beş buçukta bizi alabileceğini tepeye giden gizli bir yol bildiğini söylüyor.

Ertesi gün akşam üstüne kadar vakit öldürüp, taksi şoförünün rehberliğinde tarihi yerleri geziyoruz. Daha sonra bizi yine ucuz, temiz ve lezzetli bir lokantaya bırakıyor.
Yemekte Fiyonk, bu parayı da bileziğinin ucuna taktıracağını söylüyor. Çok mutlu. Konu daldan dala sıçrıyor. İlk kez ne zaman Bergama'ya geldiğimi soruyor Martı, "on yıl önce üstelik tam günü de 19 Ekim 1993" diyorum. "O zaman bu seferki gibi gezmedim ama" diye ilave ediyorum. Masada tuhaf bir sessizlik oluyor. Fiyonk "nasıl hatırlarsın" diye soruyor, yanıtı Panda veriyor "Ondokuz ekim Vadimir'in doğum günü". Sonra hepsi hesap yapıyor, on yıl önce Ekim ayında Bergama'ya geldikleri ortaya çıkıyor. Martı ve Panda net olarak hatırlıyorlar 19 ekim günü geldiklerini. Fiyonk'un doğum günü de altı ekim o da çabucak bir hesap yapıyor ve Bergama'ya hepimizin ilk kez 19 Ekim 1993 tarihinde geldiği ortaya çıkıyor. 10 yıl önce birbirini tanımayan bizler dört iyi arkadaş olarak on yıl sonra aynı yeri geziyoruz. Geç keşfettiğimiz enteresan bir tesadüf bu.
Son gün kahvaltıda pansiyon sahibi yaşlı adama pansiyonun isminin manasını soruyorum açıklıyor. Falancayı tanır mısın diye soruyorum, evet yanıtı beni şaşırtıyor. İzmir'den bir arkadaşımın amcası olduğu ortaya çıkıyor. Tesadüfe bakın..

Kahvaltıdan sonra vedalaşıp bir başka tesadüfe doğru yola çıkıyoruz. Radyoda Ajda Pekkan, "Just The Way You Are"ü söylüyor.
Don't go changing, to try and please me
You never let me down before
Don't imagine you're too familiar
And I don't see you anymore
I wouldn't leave you in times of trouble
We never could have come this far
I took the good times, I'll take the bad times
I'll take you just the way you are
Don't go trying some new fashion
Don't change the color of your hair
You always have my unspoken passion
Although I might not seem to care
I don't want clever conversation
I never want to work that hard
I just want someone that I can talk to
I want you just the way you are.
I need to know that you will always be
The same old someone that I knew
What will it take till you believe in me
The way that I believe in you.
I said I love you and that's forever
And this I promise from the heart
I could not love you any better
I love you just the way you are.

(En üstteki resimde, Panda ve Martı, alttaki resimde Fiyonk, Panda ve Martı)

14 Şubat 2008 Perşembe

Adamın Biri Yolda Giderken...

Adetimdir, yolda yürüken, bir yerlerde arkadaşlarımla oturup yemek yer, bir şeyler içerken hep etrafımda ne olup bittiğini izlerim çaktırmadan. Gözlerinizi açıp çevreyi izlediğinizde o kadar enteresan olaylar ile çevrelendiğinizi gözlemliyorsunuz ki, ya da azıcık kulak kabarttığınızda etraftaki sesler o kadar eğlenceli ya da bir o kadar kederli olabiliyor. En azından bazı tuhaf manzaralar zihnime kazınıyor geçtiğim sokaklardan, kalabalıklardan toplayıp bir kenara koyuyorum. Evde bir sürü raf var doldurulmayı bekliyor.
Bugün öğle yemeğine çıkmak için arkadaşlarımla buluştum. Daha doğrusu onlar bana geldi ve dışarıya beraber çıktık. Gündoğdu Meydanı'ndan Sevinç Pastane'sine çıkan arada çoktandır dikkatimi çıkan bir anketçi kız var, her seferinden bana hamle ediyor ve her seferinde bana anket doldurtma girşimi başarısız oluyor. Çok da hazır cevap biri. Her seferinde öne sürdüğüm bahanelerime zehir gibi, zekice yanıtlar veriyor, ikimizde gülümsüyoruz, ben geçip gidiyorum. Yemek dönüşü bir başka espri ile geçiyorum tekrar yanından. Oradan geçmek benim için bir imtihan gibi, her seferinde oradan kızı da kırmadan hayır deme ve dönüşte mutlaka yine oradan geçme ödevi veriyorum kendime.

Üç arkadaş yürüyoruz ben ortada, arkadaşlar sağımda ve solumda. İçimden "Oh" diyorum, bu sefer "konuşmadan geçeceğim" "kıhhh kıhh kıhh". Kızın yanından geçmek üzereyken bana hamle ediyor, yüzünde muzip bir gülümseme var. Yirmili yaşlarının başında bir kız bana üniversite öğrencisi gibi geliyor hep. "Beyefendi bir dakikanızı alabilir miyim lütfen?" O kadar tatlı ki yüz ifadesi yumuşar gibi oluyorum, ama yok hayır bu çekişmeyi o kazanmayacak. "Bizim dakikalarımız çok kıymetli" diyorum. Arkadaşlarım ne olduğunu anlamıyor. Yürüyüp gidiyoruz.
Yemek dönüşünde tek başımayım. Aynı yoldan geçiyorum. Kız çıkıyor karşıma. Çok zeki birisi. "Bu sefer ne diyecek acaba" düşüncesi kafamın içinde. "Beyefendi" diyor. "Bir saniyenizi alabilir miyim?" "Hayır teşekkür ederim" "benim saniyelerim çok kıymetli" "Başka sefer inşallah, iyi günler" diyerek yürüyüp gidiyorum.

Eminim o sokaktan geçen çoğu insan o kızı görmüyor, ama o bütün enerjisini ve zekasını doldurmak zorunda olduğu anket için harcıyor. Çok içten biçimde soruyor, anket kağıtlarını doldurmak için uğraşıp dduruyor. İnsanların çoğu yanından yürüyüp geçiyor. Orada öyle bir kız yok o trafiğe kapalı, her zaman kalabalık sokaktan geçen binlerce izmirli için.

"Adamın biri yolda giderken.." diye başlayan yüzlerce fıkra vardır, hepsi aynı başlar herbiri başka istikamete gider. Ben o adam olamadım, alıp da başımı gidemedim, etrafımda olan bitenle alakamı kesmediğim için başıma öyle fazla umulmadık şey gelmedi. Başıma kötü bir şey geldiğinde ise görünen kazaların içine düştüm genelde, uzaklaşmanın mümkün olmadığı durumlar, kazanın geliyorum dediği anlar yaşadım. İşte böyle sakin dengeli bir hal içinde giderken benim dengemin bozulduğu anların yaşandığı yerler de şunlar:
Kitapçılar, CD, DVD, Plak, Kaset, müzikle ilgili her tür nesnenin satıldığı yerler..

Buraların önünden geçerken bile tuhaf oluyorum, bunlardan bir tanesine girsem bir şey satın almadan dışarıya çıkmam mümkün değil. Gidip de satın aldığım çalışam odasındaki raflara yığdığım hiç izlenmemiş, dinlenmemiş, okunmamış, izlenmeyi, okunmayı, dinlenmeyi bekleyen ambalajından çıkmamış bu "şeyleri" gördükçe vicdan azabı duyuyorum.
En aptalca alışverişimi sormuşsunuz sevgili Gülçin hanım... Var elbette üstelik de bir tane değil bir kaç yüz tane kadar.....
Baktıkça utanıyorum ayrıca.....
Mim bu değil mi? Yani okuduktan sonra birilerine pas etmem gerekir. Ben izmirli arkadaşlardan sevgili Ege Mavisini - geçen seferki mimim çok geç kalmıştı, önceden yanıtladığı bir soruyu sormuştum mimlemek istiyorum. Evet Gülçin'in başlattığı bu mim havada kalmaz umarım, "Kişisel tarihinizin en salak alışverişi neydi?"...

12 Şubat 2008 Salı

Küçük Mutluluklar

"Sahip olduğumuz şeylerin değerini bilmek lazım" derdi babam, gözlerimi belirtip bir sağa bir sola döndürür, öfkeyle dişlerimi gıcırdatır, "başladık yine" derdim. Tabii içimden. Bir tarafım sıkmazdı babamın yüzüne karşı bir şey demeye. "Sahip olduğumuz çeylerin değerini bilmek lazım" cümlesi ile söze başladı mı babam genelde çabuk susmazdı. Bu cümlenin arkasından gelen tiradı ben ve kardeşlerim gözümüzü babamızdan ayırmadan dinlemek zorundaydık. Sadece ismimiz geçince suçlu suçlu yere bakmak zorunda kalırdık. Biz üç kardeştik, en küçükleri bendim. Babam en çok beni severdi.

Seneler geçti.

Sonra biz üç kardeş hepimiz bir başka yere dağıldık. Bir araya gelmeyiz pek. Babam ise çoktan kayıplara karıştı. Ölüp ölmediğini bile bilmiyoruz. Yaşıyordur umuyoruz.

Seneler Geçti.

Bazen uzun uzun konuşuyorum, arada "sahip olduklarımızın değerini bilmek lazım" klişesini ağzıma sakız ettiğimi farkedip, daha fazla sıkıcı olmadan susmaya karar veriyorum.

Senelerce senelerce evveldi. Tek kanaldan yayın yapardı milli televizyonumuz. Akşamları tek eğlencemizdi önümüze ne konsa seyretmek zorunda hiisederdik. Milli marş çalınınca yatar uyurduk. Bir sürü şey seyretmişiz benim aklımda iki tanesi yer etmiş. Pazar günleri biz üç kardeş tv'nin karşısına dizilirdik. İşitme engelliler için haber bülteni vardı. Spiker yavaş yavaş okur elleriyle işaret yapardı. Bitsin diye kendimizi tırmalardık içten içe. Bitmek bilmezdi. Ben en küçüktüm. Küçükler sabırsız olur bilirsiniz. "İşitme engelliler için haber bültenini dinlediniz" densin ardından "uçan kaz Nils" başlasın isterdim. Yerimiden kalkmaz beyazcama bakardık öyle.

Derken bir gün, ikinci kanal diye bir şeyin çıkacağını işitir olduk. Çıktı da nitekim. Ardından magic box, tele on.. Beyazcama yine balıyorduk. Bizimkiler, küçüğüm ya;

"Hakkı hadi bak bakalım 2. kanalda ne var"
"Hakkı sesi kıssana azcık"

"Hakkı Teleonu aç"

"Hakkı aşağı, Hakkı yukarı"

O zamanlar tabi Saba marka televizyonumuz dahil olmak üzere uzaktan kumanda diye bir şey bilmezdik. Oturup kalkmaktan yorgunluktan bitab televizyon izlerdim. Şimdi uzaktan kumada diye bir edevat var Allah razı olsun. Oturup kalkmadan TV izleyebiliyoruz. Sahip olduğumuz bu aletlerin kıymetini bilmemiz lazım. Ben hakikaten de yaşlanıyorum galiba giderek babam gibi konuşur oldum. Böyle konuştum mu efkar basıyor.
Hafta sonu da efkar bastı bir kolaçan edeyim dedim bizim oraları. Gittim gördüm çocukluğumun, ilk gençliğimin geçtiği dar sokakları.
Ben Hakkı, Gönen'den bildiriyorum.

Asayiş berkemal.

11 Şubat 2008 Pazartesi

Parayla Sadelik Olmaz

Geçen hafta bir arkadaşım yeni işine başladı. Adettendir böyle durumlarda bir çiçek yollamak. Arkadaşımı tanıyorum, zevkine uygun bir çiçek sipariş etmek istedim. Böyle olunca da herhangi bir aksamaya mahal vermemek için, siparişi kendim telefon açıp da verdim. İlimizin güzide bir çiçekçisiyle aramızda şöyle bir konuşma geçti:

Vladimir : Alo, iyi günler.
Çiçekçi: İyi günler.
Vladimir : "Mon Pörtolonya" Çiçekçilik değilmi?
Çiçekçi : (cıvıldayarak) "Mon Pörtolonya" iyi günler diler, nasıl yardımcı olabilirim.
Vladimir : Teşekkür ederim. Bir arkadaşım için yapma çiçek sipariş etmek istiyorum. Yeni işi için..
Çiçekçi : (şakıyarak) Doğru yeri aradınız tebrik ederim. Nasıl bir çiçek olsun? Ne işi bu gönül işi mi? (ah hah hah ha)
Vladimir : Hayır işe başlıyor onun için.
Çiçekçi : (rastık çekerek) Bizim çok güzel yapma çiçeklerimiz var. Cam göbeği vazolusu var, çingene penbesi küplüsü var, oranj portakal biçimlisi var, daha neler neler var bilseniz.
Vladimir : Yok yok benim aradığım sade bir şey.
Çiçekçi : (yastık dikerek) Aa neden sade?
Vladimir : Arkadaşım sadelikten hoşlanır. Ben tarif etsem siz hazırlar mısısınız?
Çiçekçi : (tekrar cıvıldayarak) Tabii hazırlarız hiç kuşkunuz olmasın sadelik bizim göbek adımız. Nasıl olsun beyfendi?
Vladimir : Beyaz laleler olsun, cam saksı olsun, içine beyaz yeşil taşlar koyabilirsiniz.
Çiçekçi : (tekrar şakıyarak) Biraz sade olacak ama bu.
Vladimir : Ben de sadelik peşindeyim zaten
Çiçekçi : (tekrar yastık dikerek) Hemen kendim hazırlarım. Ücreti ...YTL
Vladimir : Biraz indirim yapın. Şunu şunu da yazın. Bugün gider değil mi?
Çiçekçi : (tekrar rastık çekerek) Size şu kadar olur. Yazarız tabi ne demek. Tekrar bekleriz. İyi günler.
Vladimir : İyi günler.

Çiçek gitti, arkadaşım çiçekler için teşekkür etmek üzere aradım. Çiçeği sordum, lafı çevirdi. Başarılar diledim, kısa konuştuk. Bugün ziyaretine gittim. Benim çiçeği sordum. Çiçeği dolabına koymuş, sorunca çok kızardı. Beni kırmadı dolabı açıp gösterdi çiçeği. Benim onca tarifimden sonra oraya varan çiçeği tarif ediyorum.

Çingene Penbesi Lale ile glayör arası tuhaf dört yapraklı yonca şeklinde çiçekleri olan kesinlikle bu dünyaya ait olmayan bir bitkiyi model alarak hazırlanmış acaip bir yapma bitki. Fosforlu çimen yeşili gövdeler ve yaprakların arasından yükselen anormal irilikte çiçekler, vazosunun cam olması dışında benim tarifim ile hiçbir benzerliği yok. Cam vazonun içine çingene pembesi renginde akide şekeri iriliğinde taşlardan boca edilmiş, vazosuna sarı bir tül fiyonk yapılıp bağlanmış, düğüm çözülmesin diye üstüne iri badem gibi gözleri olan cam göbeği desenli iri bir kelebek kondurulmuş. Bunu görmemle başımı çevirmem bir oldu. Aslında nasıl bir çiçek göndermek istediğimi söyleyince pek bir gülüştük.
Aslında iki durup bir "beyfendi" demesinden, mahmure gibi rastık çekerek, yastık dikerek cumbada oturmuşcasına cıvıldamasından kuşkulanmasam da bana önerdiği oranjlardan, cam göbeklerinden huylanmış olmam gerekirdi ya neyse. Dönüşte çiçekçiyi aradım. Beni hemen hatırladı. "Çiçeği beğendiler mi diye?" de sordu üstelik. "Sade olsun demiştim siz n'apmışsınız öyle?" diye hayretimi dile getirdim. Kadının cevabı az ama öz olanlardandı.
Çiçekçi: (cıvıldayarak) "Ama beyfendi dikkat ettiyseniz sade olsun diye manolyalarla vazonun içindeki taşları aynı renkten yaptıydık biz"
Bu cevabın üzerine diyecek hiçbir sözüm yoktu. İnsan zaten her zaman her istediğini elde edemiyor, bunu öğreneli çoooook zaman olmuştu.

Aslında bu yazıya "Vladimir Sadelik Peşinde" başlığı yazacaktım ama şu anki başlık daha hoşuma gitti.

7 Şubat 2008 Perşembe

Sözlüklerden Havalanan

Evdeki atma telaşı içinde uzun süredir unuttuğum bir kitap elime geçti. Hazarski Recnik, yazarı Milorad Paviç. İstanbul seyahatimde yollarda okudum tekrar.

Hazarski Recnik;

Türkçeye Hazar Sözlüğü adı ile kazandırılmış, 100.000 kelimelik sözlük romandır. Bir roman için oldukça farklı bir anlatım tarzı vardır; müslüman, hristiyan ve yahudilerce yazılmış 3 farklı sözlükteki maddeler biçiminde tasarlanmıştır. Tüm kitabı okuduğunuzda Hazarlar hakkında bilgi sahibi olursunuz. Ancak bu kitabın bir özelliği de eril ve dişil baskılarının olmasıdır. İki basımın arasındaki tek fark sadece bir pasajdır, ama can alıcı önemi vardır. Eril basım ile dişil basımı okuyanlar belki birbirlerini tamamlayarak asıl kayıp hazar sözlüğünü bulurlar. Bu farklı iki pasaj okunmadan okuma serüveni tamamlanmış sayılmaz. Hazar sözlüğü 7. ve 9. yüzyıllar arasında Transilvanya’nın ötelerinde varolmuş bir halka, hazarlara ait düşsel bir romandır.

Birbirinden bağımısız sözlüklerdeki pasajlar okunduğunda ortaya çıkan hikayesi şöyle:
Hazar kaanı bir düş görür, ve bu düşün anlamını öğrenmek için üç dinden; müslüman, hristiyan, yahudi üç temsilciyi sarayına davet eder. Bu temsilcilerden hangisi düşünü en inandırıcı biçimde yorumlarsa onun dinine geçeceğini ilan eder. Ve hazarlar din değiştirdikten kısa bir süre sonra hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolurlar. Her dinin mensubu hazarların din değiştirmesini kendine göre yorumlar. Bu üç yorumcuyu bir araya getiren ilk hazar sözlüğü ilk kez, 1691 yılında yayınlanır ama bir nüshası kaçırılır, geri kalan suretleri ise engizisyonca yakılır.

Konu birden 17. yüzyıla sıçrar, derken 1982 de hazarlar mevzu alevlenir ve İstanbul’da macera sona erer. Zehirli mürekkeple basılmış bir kitabın sözlükler arasında kaybolmasını, aynalar ile intiharı, üç günahkar bilgeyi, insanların düşlerine sızan düş avcılarını, ölüm ve yaşam arasındaki romansı ve insan ile ilgili bir çok şeyi anlatır. Aslında sözlük görünümünde bir macera romanı, polisiye öykü derlemesi, fantastik bir anlatıdır. Hazar sözlüğü tüm kitap kurtlarına, vampir hikayelerine düşkün olanlara, oyunculara, filozoflara, tarihçilere, dilbilimcilere ve hayalperestlere seslenen bir kitap olduğu için özellikle hayalperestlerin okuması gereken kitaplardandır.

Böyle Bir Sızmak

Şişede durduğu gibi durmuyor kana karıştı mı bir nalet, mendebur, haşarat, ağzı bozuk, paçoz kabadayı müsveddesi çıkartıyor gündüzleri süt dökmüş kedi gibi dolanan kendi halindeki kimi vatandaşların içinden. Böylelerinden uzak duruyor kapılarını çalmıyoruz bir daha. Karakter dediğin şey alkol değdiği vakit densizleşmemeli, azcık neşe, biraz çakır keyflik hadi bilemedin biraz “öpüceğm abi” çekilebilir. Tabi o da bir yere kadar.

Bedavadan psikiyatr olacak halim yok insanların dertlerini dinleyesim kalmadı. Zaten hiç olmamıştı. Tipimde var bir yamukluk beni gören alkol almış almamış tüm keder yüklü mahluk dökülüyor. Anlat, anlat, anlat, ben öyle sıkıntılı şeyler dinlemek istemiyorum. Herkes derdini bedavaya anlatacak birini bulmanın peşinde. Bunlar anlatır, anlatır, susmazlar. Kardeşim neşeli şeylerinizi de anlatın o vakit. Yok nerde? Hep gam hep kasavet.

Geçenlerde gene oturduk içiyoruz, içerken laflıyoruz. Konumuz; telefonu çatadanak çarparak sevgilisinin yüzüne öfkeyle kapatıp 10 saniye sonra tekrar arayan kadın tipi. Cümle başlarken sıkıldım. Oğlum sen de cevap vermeyiverseydin, terk ediverseydin, bekar olsaydın kolayca boşasaydın, iyice bir sövseydin de taşımasaydın şu masaya bu kadını. İki paralık keyfimiz var bunu bana neden anlatıyorsun. Kadının çarptığı telefonun yankısının izleri masamızın dört bir yanına çarpıp yerlere dökülüyor ağlamaklı oluyoruz. Adamın ki ne hassas bir ruhtur o çarpılan telefonunu yankıları geçmişinden geleceğine kadar boydan boya uzanmış, boy versen boğulacak denli bir kederlere gark olma hali.

Sanki tehlike anındaymışçasına camları kırasım geliyor. Kırmıyorum. Vagonlar raylar üzerinde dengeli biçimde ilerliyor, asayiş berkemale nerdeyse yaklaşıyor, imdat frenini çekmeye henüz gerek yok.

Geçenlerde oturduk bir arkadaşla gene demleniyoruz. İlk defa ağlamayan biri ile konuştum ama bu sefer de iş hayatında olağan yollar dışında kalan olağan yükselme biçimleri üzerinde fikir teatisinde bulunduk. Yaptığımız saptamalar aşağıda.

İş hayatında yukarıya doğru olan basamaklar her zaman, elemanın olumlu vasıfları ya da yaptığı işin kalitesi ile doğru orantılı çıkılmıyor. sizin yıllarca didinip, hedef olarak belirlediğinizi mevkiye sizden daha az ve kalitesiz iş üreten ve daha az yıllarını vermiş bir kimse aniden tırmanabiliyor. Bu ani irtifa kazanımları bazen akrabalık, ahbaplık gibi, kısacası torpil diyebileceğimiz destek ile bazen de yükselenin patronu ile iş dışındaki yakınlaşması ile olabiliyor. Bu yakınlaşma ruhani boyutları aşıp fiziksel kıvama gelebiliyor bazen düşman başına.


İnsanın bazen gözü kararıyor tabi, yükselme hırsı herşeyin önüne geçince radikal kararlar alınıp patronun gözüne hoş görünme kararı alınabiliyor. Dekolteler genişliyor, bluzun askıları aniden düşüyor, etek boyları kısalıyor, erkeklerde saç ekimi, duş alma sıklığında artışlar gözlemenebiliyor. Ve arkasından ver elini “promotion”. Elin ingilizi ne bilsin terfi diyemiyor, dili dönmüyor, eşŞşek (üç-şe-li eşek) kadar olmuş hala promotion diyor.

Yemek bitip eve vardığımda içkiliyken hemen uyuyamak öyle bir kenarda sızıp kendi kusmuğunun tecavüzkar sokulganlığı içine uyananlardan asla olamadım. Bir meyva suyu içer, biraz ayva kemiririm – ki ayva alkol sonrası tüketilmesi en ideal en mide dostu gıda maddesidir. Bu seferde kemirdim ayvamı içim açılsın diye hazar sözlüğünden birkaç madde daha okudum. Elimi yüzümü yıkayıp yattım yatağıma tam sızmak üzereyim ki içinde bulunduğum ruh hali ve alkolün tesirinin beni terfi uğruna patronuma gerektiği kadar taviz verecek kıvama getirdiğini hissettim. “Tövbe tövbe” derken sızıvermişim.

Diyetteyim 10 dakka sonra dönücem.

6 Şubat 2008 Çarşamba

Dante Gönder Bizim Hesabı Ben Oynamıyorum.

Yaşlandıkça senelerin mevsimler gibi geldiğini söylemişti babamın arkadaşları. Öğretmen kahvesinde oturmuş briç oynuyorlardı. Yaşlanmak o zaman çok uzaklarda bir yerdeydi. Otuzbeş yaşına gelmiş insanları, şiirden de esinlenerek "yolun yarısını geçmiş bunlar demek ki orta yaşlı olmuşlar" diye değerlendirirdim. Onlar briç oynarken kağıtlar sanki pişti oynuyorlarmışçasına hızlı düşüversin isterdim yeşil masa örtüsünün üzerine. Kağıtlar örtüye doğru yavaş yavaş süzülür, havada bir tur atar ve konarlardı. Yavaş düşen kağıtlara uyuz olurdum tabiri caizse.

Gönen böyle bir yerdi işte. Emekli öğretmenlerin yapacak fazla bir şeyi yoktu, ya kahveye gider briç oynar ya da kahveye gidip okey çevirirlerdi. Yaz aylarında gençlerin de yapacağı fazla bir şey yoktu. Kağıt oynayanları okey oynayanları seyretmekten başka. Dünkü kırmızı saçlı kadını görünce nedense yazasım geldi. Yazacak bir şey bulamayınca Gönen'i yazayım dedim. İnsan doğduğu yere ait anlatacak birşeyler bulur nasıl olsa.

Dün arkadaşım gelmedi. Ekildim. Çok ekildim hatta hep ekildim ben. Kimseler gelmedi. Bir insan beklemeyi bu kadar mı sevmez? İşte bu kadar sevmeyişime rağmen sonunda bekleyen taraf hep ben oldum. Beklemekten usandım. Beklemekten usanan Hakkı var ya işte o benim.

Dün ilk kez yazı yazmaya çalıştım. Olmadı onu da beceremedim. Eve gelince aynada yüzüme baktım, kendime sordum:

"Sen ne yaparsın, neyi becerebilirsin elinden ne iş gelir beceriksiz Hakkı?"

Boşboş baktı bana aynanın içindeki Hakkı. Öyle boşboş bakıp da bir cevap verilmedi mi nevrim döner. Sinir oldum Hakkı'ya hakikatten. Bir adım daha yaklaştım aynaya, şöyle bir dikkatlice baktım aksime. Sol gözümün altında bir çizgi. Daha sabah evden çıkmadan önce, tam traş olurken bakmıştım birşeycik yoktu, gözlerim badem gibiydi. Aynalara çok bakarım ben. Çizgiyi görünce "Eyvah" dedim, "yaşlanıyormuyum yoksa?" Beklemek beni de bitirdi sonunda işte rahmetli babam gibi. Toprağı bol olsun beni pek severdi. Üç kardeşiz biz, ama o en çok beni severdi. Ama bu ayrı hikaye.

Mutfağa geçtim takvime baktım. Takvimlere pek bakmam ben. Çin takvimine göre Boğa Yılında doğmuşum, bir onu biliyorum. Çoktandır takvime bakmıyordum bir de ne göreyim; otuzbeş yaşında olmuşum. Benim eski hesaba göre yolun yarısı ediyor.

Ben Hakkı, Gönen'liyim. Üç kardeşiz biz, en küçüğü benim. Babam çocuklarının arasında en çok beni severdi. Ama bu ayrı bir hikaye.

5 Şubat 2008 Salı

Her Hakkı Saklı

Adım Hakkı. Gönenli'yim. Küçük kasabada doğdum, büyüdüm, yetiştim, sonra büyük şehire geliş o geliş. Ama bir yanım hep taşralı kaldı. İçimdeki Gönenli sessiz sakin bir köşede bekliyor.

Vicdanım rahat benim. Ben kötü bir şey yapmadım. Herşeyi başkaları yaptı. Ben bir kenarda durdum. Baktım.

Arkadaşımla buluşacaktık bu öğlen bu kafede. Gelmedi. Beklerken sıkıldım. Buraya gelmeden az önce kitap satın almıştım. Alışveriş fişinin arkasına masadaki kültablası, kahve fincanı, boş bardak, şekerlik ve masanın resmini karaladım. Böyle bekledim mi canım sıkılıyor. Beklemesini sevmiyorum işte.

Karşı masada kızıl saçlı bir kadın oturuyor, kendi kendine ne güzel vakit geçiriyor. Yemeğini söyledi. Adeta kendi kendine konuşarak afiyetle bitirdi. Sonra bir çay söyledi. Çantasından bir şey çıkardı. O da ne? Bir not defteri. Başladı yazmaya. Yazar galiba. Hem yazıyor hem gülümsüyor. Yok canım yazar olamaz. Birisini bekliyor galiba. Beklerken sıkılmamak için yazdı sanırım. Ben de mi yazsam acaba. Yok canım ben yazamam. Sıkılırım ben. Resim yaparım, müzik yaparım. Her şeyden birazcık. Ama yazamam

Sıkıcı bir hayat benimkisi. Ben birşey yapmıyorum. Başkaları yapıyor.

O kadından özendim kendimi yazayım dedim. Yok işte yapamadım. Boşa geçmiş bir hayat benimkisi. "Adım Hakkı, Gönen'liyim" Eeee gerisi nerede? Gerisi yok. İşte bu kadar birisiyim ben.

Hep birileri önüme geçti, hep birileri benim başarılarıma mani oldu, hep başkalarının benim için biçtiği hayatı yaşadım. Hep onların dediklerini yaptım. Hiç kimselere yaranamadım. Sonra yazmaya gelince böyle işte. Yazılacak bir hayat değil benimkisi.

Arkadaşım da gelmeyecek bu belli oldu. Cep telefonuna cevap verme adeti yok. Nefret ediyorum böyle insanlardan. Madem cevap vermeyeceksin niye cep telefonu alıyorsun. Çalıyor deminden beri. Domuzluğuna bakmıyor biliyorum.

Kızıl saçlı kadın da hesabı ödedi kalktı gidiyor işte. Mutlu bir insan.

Sevmiyorum mutlu insanları. Gönen'de eskiden sokağa elimizde yiyecekle çıkamazdık. Kızardı anneler; "Sokakta yenmez ayıp" derlerdi, "Satın alacak, yiyecek gücü olmayanların canı çeker" derlerdi. Dikkat ederdik böyle şeylere. Şimdi öyle mi? Herkes herşeyi göstere göstere yiyor. İnsanların canı çekmez mi? Düşünen yok. Mutluluk da böyle. Gösteriyorsunuz mutluluğunuzu ortalık yerlerde. Bu adam mutlu mu? Düşünen yok.

4 Şubat 2008 Pazartesi

Tek Şarkılık Mandolin

İlkokul beşinci sınıfta, gitar çalmaya merak saldım. Komşu çocukları Soner ve Filiz'in anneleri onlara gitar alınca başladı merakım. Filiz'i gitar kursuna yazdırdılar, kurstan gelince öğrendiklerini bana anlatıyor ikimiz gitarı paylaşa paylaşa egzersiz yapıyor kendimizce tıngırdatıyorduk. Bir gitarım olmasını istiyor, hayalimde koskoca bir salonda gitarımla doktor jivagonun film müziğini çalıyordum. İzleyiciler mutluluktan ağlıyordu. Onların ağladığını gördükçe daha bir coşkuyla vuruyordum tellere. Şarkı biterken ben de seyirciler de gözyaşları içinde kalıyorduk. Anneme "anne ben de bir enstrümanım olsa akşamları size çalsam ne iyi olur değil mi?" gibi manasız sorular sorarak müziğe istidadıma dair sinyaller veriyordum kendimce. Yaklaşan doğum günü tarihimi de hesaba katarak bu manasız soruları sorma sıklığımı arttırmıştım.

Derken doğum günüm geldi. Bizimkiler bana aniden mandolin hediye ettiler. Hiç beklemiyordum. Gözlerim birden doldu. Bizimkiler bunu sevinç gözyaşı sanıp biribirlerine bakıp mutluluk içinde sarıldılar.
Mandolinimi, hiç sevemedim. Ya da sevemedim mandolinimi. Hakikaten cümleyi öyle de kursam böyle de kursam sevmiyordum onu. Gitar hayali kurarken kucağıma bırakıldığı için onu hep bir üvey evlat olarak gördüm. Bir kere çok küçüktü, sonra gitarınki gibi dolgun bir sesi değil daha ince sesi vardı. En önemlisi tremola yapmak gerekiyordu. Ben tremola nedir bilmiyordum. Ve üstelik bana aniden mandolin hediye edilmesine hiç alışkın değildim. Bana hayalini kurduğum bir şey alınırsa sevinebiliyordum ancak. Ev halkı tremola bilmediğim gerekçesiyle enstrüman çalmayışımdan ötürü, beni önce nankör olmakla, sonra kadir kıymet bilmemekle suçlayıp hemen arkasından en yakındaki mandolin kursuna yazdırdılar.
En yakındaki kurs ne yazık ki Filiz'in Kursu ile aynı okuldaydı. Çocuk kalbim kıskançlık ve üzüntü karışımı bir kederle boğuşadursun, kursa beraber gidiyor, o gitar sınıfına ben mandolin sınıfına devam ediyorduk. Onların sınıfından dolgun, boğuk, enfes ve neşeli akorlar yükselirken bizim sınıftan incecik tremola sesleri üzüntü içinde okulun boş koridorlarına dağılıyor, can havli ile merdivenleri aşıp kendilerini okulun bahçesine bırakıyor orada oyunlar oynuyorlardı. Sesler almış başını giderken biz oniki adet 10 yaşındaki keder ortağı küskün gözlerle sağa sola bakıyor birbirimizle gözgöze gelmemeye çalışıyorduk.
Tremola yapmaktan parmaklarım su toplamıştı. Parmaklarım su topladıktan sonra - ki ilk derse tekabül eder - kursun her dakikası ayrı bir çin işkencesi gibi gelmeye başladı bana. Kurs dönüşlerinde Filiz'in beynini yıkayıp onu gitarından nefret ettirmek ve mandolinin ne kadar mükemmel bir şey olduğuna inandırmak için dil döküyordum. Bu malesef işe yaramıyordu. Mandolinden onu nefret ettireyim derken, kendim iyice nefret eder olmuştum. Kara sevda diye bir şey duymuştum anlamını bilmiyordum, ama eğer kara nefret diye bir şey vardıysa eğer benim mandoline karşı hislerim olsa olsa kara nefret olabilirdi ancak.

Sömestre tatilinde "Re la si la fa sol la" diye başlayıp "sen yüce bir dağısın..." diye sevam eden şarkıyı gayet güzel tremolalarıyla beraber mükemel çalabiliyordum ve eve gelen misafirlere, annemin "Vladimir evladım, hadi amcalara teyzelere çal bakalım Ilgaz'ı!" ricası üzerine adeta bir müzik kutusu gibi kurulmuşçasına aynı mükemmeliyetteki ve ruhsuzluktaki icraamı yapıyor, her bir notaya vuruşumda hayalimde o mandolini yere atıyor üstünde zıp zıp zıplıyor ya da mandolini yakarken karşısına geçip kahkahalar atarak gitar çalıyordum. Şarkı bitince misafirlerimiz bana hayran kalıyor, onlara mağrur bakıp tebriklerini kabul ediyor, içimden "hıh diyordum siz beni gitar çalarken göreceksiniz asıl". Derken sömestre tatili bitmeden kısa bir süre önce, bir gün aniden ilkokul dördüncü sınıfta öğrendiğimiz bir deneyi evde uygulamaya karara verdim. Denemekten zarar gelmezdi, mandolinin tellerini iyice gerdim, kış geceleri uzun olur, uzunundan bir gece mutfağın yan tarafındaki kilere bıraktım. Evimiz Yeni Leventteydi. Mutfak balkonunu iptidai biçimde kapatarak yapılan kiler buz gibiydi. Yatağıma yatarken bir sene önce fen dersinde öğrendiklerimin gerçekleşmesi için dua ettim.


Sabah istediğim mucize gerçekleşmişti, soğuyan teller iyice gerilmiş, mandolinin ahşap boynu kırılmıştı.

Mandolinimden böyle kurtuldum işte. :)

1 Şubat 2008 Cuma

Suçlayan Adam

Suçlayan adam o gün çok sinirliydi. Herkesi kırdı geçirdi. Karşısına çıkanı ezdi geçti. Laf sokuşturdu. Üstüne vazife olmayan konularda millete akıl verdi. Eleştirilmeye tahammülü yoktu. Kanı beynine sıçrıyordu. Hatalarının bedelini hep başkaları ödesin istiyordu. Onun hatalarının bedelini hep başkaları ödüyordu. Siniri bozuktu suçlayan adamın ve her daim burnundan soluyordu.

İçeridekiler / Dışarıdakiler

Paul Simon'ın bir şarkısı vardır, "Something So Right". Güzel şarkıdır ve aslı kadar güzel bir Annie Lennox coverı vardır. Bir süredir bu şarkının üzerinde çalışıyorum. Türkçe sözler ile kaydını bitirmeye çalışıyorum.



Theyve got a wall in china

Its a thousand miles long

To keep out the foreigners they made it strong

And Ive got a wall around me

That you cant even see

It took a little time

To get next to me



Some people never say the words I love you

Its not their style

To be so bold

Some people never say the words I love you

But like a child theyre longing to be told


Biraz serbest bir çeviri ile şu anlamı taşıyor: "Çin'de bin mil uzunluğunda bir duvar var, güçlü yapmışlar ki yabancılar dışarıda kalsın. Benim de etrafımda göremediğin bir duvar var. İşte o yüzden duvarı geçip yanıma gelmen uzun sürdü. Kimileri asla "seni seviyorum" diyemezler, çünkü böyle açık olmak tarzları değildir. Asla "seni seviyorum" diyemezler ama sanki bir çocukmuş gibi kendilerine söylensin isterler.


Herkesin etrafında çin seddi gibi bir duvar olmasa da kimilerinin etrafında yukarıdaki resimdekine benzeyen bir tahta çit var sanırım. İçeriye alınacak insanlar dikkatle seçiliyor. Ve sanırım seçmek zor dışarı atmak kolay.



Orijinal sözleri hoşuma gidiyor, şarkının ritmini bozmadan anlamı dilimize adepte etmek hayli uğraştırdı. Son haline kadar daha hayli yolum var.



Ev bilgisayarında şarkıyı yeniden inşa etmek ne kadar zormuş ilerledikçe daha iyi öğreniyorum. Böyle giderse listemdeki 9 şarkı ile beraber 10 şarkılık ev yapımı albümüm yıl sonuna anca biter. Umarım bıkmam.

Ben Giderim Batum'a... Batum'un Batağına...

Üniversitenin ilk yılında, Hafif Müzik Orkestrası, Tiyatro Topluluğu ve Türk Halk Müziği Korosuna katılmıştım. Hafif Müzik Orkestrasında yedekler çok sayıdaydı ben de yedek solistlerden bir tanesiydim. Tiyatro çalışmaları muhteşemdi, ortada sergilenmesi gereken bir oyun yokken çok güzel doğaçlamalar ya da kısa metinler üzerinden yorumlar yapıp çok güzeldeneyimler edinmiştik. Ancak ortaya metin gelince herkes rol kapma yarışına girip biribirinden nefret eder olup dört bir yana dağılarak büyük çoğunluğumuz tiyatro defterini kapatmıştı. Türk Halk Müziği Korosu gepgenişti, orada herkese yer vardı. Çalışmalarımız TRT'nin kadrolu sanatçısı olan enstrüman ustaları ve koro şefimiz ile sürüyordu.
Çalışmalar ilerledikçe benim de azeri türkülerde yeteneğim olduğu ortaya çıktı. Koro uyumluydu, şefimizin bakışında hatamızı ya da vurgulamamız gereken yeri anlıyorduk. Bizi en çok yoran"Ben Giderim Batum'a" türküsü oldu. Bu türkünün icrası esnasında hep güler yüzüne alışık olduğumuz koro şefimizin kaşları çatılıyor, yüzü endişeleniyor, genelde topuz olarak bir araya getirdiği saçları tehlikeli biçimde sallanıyordu. İnsanların sinirini fiziksel hallerine yansıtması beni güldürür, hala da öyle, bunu zayıflık olarak kabul etmem bir yana, sinirinden dolayı o kibar hallerin bir bir yokolma dağılma ipuçları vermesi beni nanılmaz keyiflendirir. Artık içimden gülüyorum ama 18 yaşımdayken malesef ben de güldüm mü tam gülüyordum yani.

Ege Üniversitesi Şenlikleri esnasında hem koromuza, hem tiyatro topluluğuna, hem de türk halk müziği korosuna görev düştü. Böyle olunca ağırlığı koroya verdim, tiyatro grubu neredeyse ömür boyu nefreti öğrettiği için çoğunluk zaten uzaklaşmıştı.

Söyleyeceğimiz türküler netlik kazandı ve prova sayılarımız arttı. Hocamızı endişelendiren türküyü mükemmel biçimde icra ediyorduk artık. Kadının yüzü mutluluktan ışıl ışıl parlıyor, saçları bir heykel gibi dimdik göğe uzanıyordu.

Mayıs ayının son günlerinde sahne provamızı yaptık. Yer Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi Büyük salon'du. Kocaman salonda bir ufacık kalmıştık. Sahne tozunu ilk kez yutuyorduk. Pek alışık değildik.

Son gün kulis telaşlıydı. Herkes alışık olmadığımız biçimde bir örnek şıklıktaydı. Dışarıda çok şiddetli sağnak yağmur ve fırtınalı bir hava vardı. Ama içerisi güvenliydi. Endişemiz yoktu. Siyahlar beyazlar, filinta gibi erkekler, kuğu gibi kızlar kapalı perdenin arkasından süzülüp sahnedeki yerimizi alırken hocamız son günlerdeki tüm mükemmelliğe rağmen "aman Batum'a dikkat" diyor. Bu hal birkaçımızda zincirden boşalmaya hazır tehlikeli gülme krizlerinin sinyalini veriyordu. Koro şefimiz; "Şşşşt artık sahnedeyiz sessiz olalım" diye şefkatle azarladı bizleri.

Basamakların üzerinde dizildik. Kızlar önde, erkekler ikinci ve üçüncü basamaklarda. Ben en uzun boylu olarak en arka ortada duruyorum. Perde açılsın her yeri en iyi ben göreceğim diye hesaplar yapıyorum. Saz heyeti önde duran sandalyelerine profesyonel ve hızlı biçimde kuruldu.

Perde açıldı. Aman Allah'ım o ne kalabalık. İlk notalar başladı. Biz sayıyoruz içimizden, Hoca başını eğiyor, eliyle işaret veriyor giriyoruz. Çok güzel söylüyoruz, hocamız mutlu. Yüz ifadesinden kadının hislerini anlayabiliyoruz artık. Ben ortada, tüm yakın arkadaşlarım seyircilerin arasında tek tek onları seçmeye çalışıyorum. "Batum'dan" sonra benim solom var. Bu merdivenlerden yuvarlanmadan inerim inşallah diye hesap yapıyorum. Dışarda fırtına yağmur, heryer heryerde biz ahenk içinde söylüyoruz türküleri birbiri ardına. Türkü seçimi de iyi ilgi sönmüyor.
İkinci türküden sonra hepimiz rahatladık. Arkadaşlarımızın yerini de belirledikten sonra gözlerim fırıl fırıl dönmeye başladı. Farklı gözlemler yapmaya çalışıyorum. Tavana baktım. Yoo içerisi o kadar da güvenli değil. Tavanda bir ıslaklık var. İri bir damla yaylanıyor, düştü düşecek gibi oluyor. Nereye düşer bu diye bakıyorum. İlk damla kesinlikle hocanın topuzuna düşecek belli. Sazlar çalar koro beklerken yanımda duran Tamer'e dönüp "ilk damla topuza düşecek" diyorum. Arkadaşım önce anlamıyor ama tavana bakınca anladığını hissediyorum. Koro tam girecekken "Hayır omuza" diyor. Sinirimiz zaten hafif bir işarete bakıyor bozulmak için. Gülmemek için dudaklarımızı ısırıyoruz. İlk damla topuza düşüyor. sonrakiler de aynı yere. Ben içimden omzuna düşmesin hissederse kötü gülerim diye düşünüyorum. Ben solodayken olmasın Allah'ım diye dua ediyorum.

Derken Batum' başladı. O ilk dizeler tamam, dört dörtlük. Koro şefimiz, topuza gelen damlaları farketip huylanma belirtileri göstermeye başlayınca olanlar oldu. Tamer ve ben olayın farkındayız, ben öbür yanımdaki arkadaşı da dürtüp ona gösterdim. Kadın damlalar arttıkça kontrolünü kaybetmeye başlıyor. Önce kaşlar çatılıyor arkasından o topuz tehlikeli biçimde sallanmaya başlıyor, her sallayışta sağından solundan saçlar serbest kalıyor. Ben kahkaha atmak üzereyim artık gülmemi zor tutuyorum. Gülmem görülmesin diye çökmeye başlıyorum. Dengem bozulunca sağ elimle Tamer'e sol elimel Osman'a tutunmayı deniyorum. Üçümüzün dengesi bozuluyor herkes yanındakine tutunup dengesini korumak isterken arkadan sekiz kişi arka üstü yokoluyoruz. Canımız yanıyor ama kahkahalarımızı tutamıyoruz. Bizim düşüşmüzle tüm setlerin dengesi bozuluyor bütün koro yerde. Ayaklarımız havada kahkahalar atıyoruz.

Seyirciler gülmekten yarılıyor. Hocamızın kafasında topuz diye bir şey kalmamış saçları tamamen özgür. Haykırıyor "Çabuk toplanın, devam edin toparlayabiliriz", "Ay noldu anlamadım ki bunlara" Perde kahkahalarımızın üzerine kapanıyor.
Ve korodakilerin büyük bir çoğunluğunun hayatında Türk Halk Müziği sayfası bir daha açılmamak üzere kapanıyor. Bahar şenliğinin en eğlenilen konserini yaptığımız için guru duyamıyoruz ama tuhaf bir anı olarak aklımızda yer ediyor ve şimdi aynı türkü, çok sesli olarak bile kulağıma çalınsa sebepsiz yere gülüyorum.