30 Kasım 2008 Pazar

Oyun

Az önce Nily'de gördüm oyunu.

Oyunun ismi "En Yakınımdaki Kitap"tı ve kuralları şöyleydi;

Kendinize en yakın kitabı alın.
Sayfa 56’yı açın. 5. cümleyi bulun.
Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlayın.
En sevdiğiniz, en moda veya en entellektüel kitabı seçmeyin, en yakınınızdakini alın.

John Mc Gregor'un "Önemli Şeylerden Kimse Söz Etmezse" isimli romanını okuyordum hemen 56. sayfayı açtım, 5. satırda şunlar yazılıydı:

"Çocukların elinde alengirli su tabancaları var, parlak renklerde plastikten, mavi silindirler ve pembe basınç pompaları, yeşil namlu ve tetikle, İsviçre'deki bir saat kulesini bekleyen minyatür nöbetçiler gibi, ikisi birden açık ön pencerenin iki yanında durmak için ilerliyor."

İlginç bir oyun, en azımdan yerimden kalktım gittim kitabı aldım, kitaba eşlik etsin diye şu fotoğrafları çektim.

27 Kasım 2008 Perşembe

Çürük Vişnenin Kolay Hatırlanan Tadı

Çürük vişne tadından bahsetmişti bir arkadaş. O tadı ben de biliyorum. O tadın elle tutulur, üzerine yumrukla vurulur, yumrukladıkça hırsını alamadığın tadını çok iyi bilirim. Kaybedişin tadıdır, kaybediş sonrasında hissedilen çaresizliğin tadı. Bu tadı paylaşmak zordur çoğu zaman. Sizin için kaybedişin tadı, başkaları için "Al işte yeni bir hikaye daha"dır, "vah vah"tır, "ah yazııık"tır. Şefkat tınılı sahte sözlerin top yekûnudur. Bu tadı sevmem ama bilirim yine de. Hatırlanabilir bir taddır bu. Vişneyi severim, onun kekremsi, tatlı ile ekşi arasında kalmış hafif tehditkar, dişleri kamaştıran tadını çok severim gelingörün ki o sevdiğim vişnenin tadını hafızamda canlandıramam. Hiç bir koşulda taklit edemem vişnenin tadını. Yine de çürük vişne tadını çok iyi bilirim. Dilinin ucundan başlayıp damağına yayılır. Sonra genzine gelir, genzinden burun boşluğuna yükselir, oradan göz kapaklarına ağırlık olur biner, göz kapaklarını kenarlarından göz pınarlarımn doğru yayılır. Yumruk yaptığın elini duvarlara vurursun ama gitmez. O tad bir geldi mi atması zordur ağızdan. Ne zaman çenesi titreyen bir yetişkin görsem içimden "işte derim o çürük vişneyi tadan birisi daha"


Bu tadı alan birisinin yumruk yaptığı ellerinin sızısına "keşke"ler eşlik eder;

Keşke daha önce farketseydim.

Keşke öyle demeseydim.

Keşke saat dokuzu çeyrek geçmeseydi.

Keşke o vapura binmeseydim.

Keşke o sözleri söylemeseydim.

Keşke onu tanımasaydım.

Keşke o şarkıyı hiç duymasaydım.

Keşke öyle bağırmasaydım.

Keşke ona sarılsaydım.

Keşke o kadar çabuk bırakmasaydım.

Keşke bu kadar geç kalmasaydım.

Bu kelime ile başlayan cümleler artık çok geç kalınmış eylemlerdir. Olmuştur, bitmiştir, ya da olmamıştır ama bitmiştir. Geriye dönüp düzeltme şansınız hiç kalmamamıştır. Ama yinede kullanırsınız. Günlerce, aylarca, yıllarca kullanabilirsiniz bu kelimeyi ve onunla başlayan cümleleri. İşe yaramaz bir kelime olduğunu düşünürdüm bunun. Yok, çok işe yarıyormuş meğerse. Kaybetmeye, kabullenmeye alışma yolunda atılan adımlarmış o kelime ile başlayan cümleler. O kelimeyi çıkardığınızda, konu kapanıyor. Giden gidiyor, geçmiş mazi oluyor. İnsan oysa ki kendi kişisel tarihi ile kendisi oluyor. Keşke kelimesini hayatınızdan çıkardığınızda vişnenin o çürük tadı da, yumruklarınızın kırmızı mor acısı da, geçmişinize ait bir sürü teferruat, bir güz ikindisi arkanıza bakmadan kestane ağaçlarının altından yürüyüp gittiğiniz yol da çıkıp gidiyor hayatınızdan. Öyle bir çıkıyor ki içinizde sizden geriye koskocaman bir boşluk kalıyor. Bir kış akşamüstüsünde bir vapurun arka güvertesinde, kar yağmak üzere iken kalakalıyorsunuz. Kar yağmıyor, koskocaman, puslu, soğuk bir boşluk kalıyor sizi çevreleyen.

Keşke bu boşluğa düşmeseydim.


Resim için 7. Oda'ya teşekkür ederim.

25 Kasım 2008 Salı

Son Yemek

Üniversiteden ayrılırken mezuniyet yemeğine gitmemiştim, ama hangi akla hizmet bilmiyorum; seneler sonra düzenlenen bir yemeğe katıldım. Okuldan bir çok çehre masaların etrafında sıralanmıştı. O genç çocuklar gitmiş, sanki sırtlarına onlarca yılın ağırlığını giyinmiş farklı bir dinin müritleri gelmişti. Oysa mezun olalı daha çok olmamıştı, daha çok gençtik hepimiz.


Ya masayı çevreleyen her renk ve tondaki gözlere ne demeli? Gözleri bir tuhaf bakıyordu, herbirinin gözlerini etiketler bürümüştü. Gözleri susmuyordu, karınları doymuyordu. Birbirlerine bakarak ağızlarını açtıkları zaman dudaklarının arasından etiketler dökülüyordu ziyafet sofrasında serili mezelerin, kebapların üzerine. Yorgun düşüp etiketlerine durak verdiklerinde ise bazılarının ağızlarından ya geçmiş beş yıldızlı yaz tatilleri dökülüyordu, ya da çocuklarının pahalı zaferleri. Ofis oyunlarından bahsediyorlardı, başkalarına nasıl kazık attıkları ile alenen böbürleniyorlardı. İnsanları sırtından hançerlemeyi erdem zannediyorlardı.


Etiket etiket bakan gözleriyle birbirlerini tartıyor, birbirlerinin önemlerini keşfetmeye çalışıyorlardı. İçlerinden yaptıkları "İleride ben şundan nasıl yararlanırım" denklemleri dışlarına vuruyordu. Yüzleri solgun, sarıydı ve yaşam yolculuklarının sonuna varmaları için önlerinde daha en azından kırk küsur yılları vardı.

Kendimi pusuya kıstırılmış bir kedi gibi hissettim, nefes almakta zorlanıyordum. Oradan arkama bakmadan nasıl uzaklaştığımı bilmiyorum. Ben adam olmam.

14 Kasım 2008 Cuma

Çekilin Yoldan!!! Geliyor Batman!!!

Amerikan tarzı çizgi romanlar ülkemizde fazla yaygın değil. Teksas, Tommiks bilemediniz Mister No, Mandrake, Zembla, Zagor isimli çizgi romanlar çocuk, genç, ya da her daim genç kalmışlara bir şekilde ulaşmış. Amerikan süper kahramanları ile sinema el attıkça tanışmaya ve zamanla bir iki tanesi yayınlandığında da kitapları ile haşır neşir olmaya başladık. İlk önce Superman geldi, ardından Batman. Tim Burton’un gotik ile, macerayı, komediyi ustaca harmanladığı iki batman filmi ülkemizde de dünyada milyonlarca izleyiciye ulaştı. Sonradan yarasa adama dönüşecek olan küçük Bruce Wayne’in kulağına Joker’i canlandıran Jack Nicholson annesini ve babasını öldürdükten birkaç saniye sonra fısıldayarak sordu: “Sen hiç solgun ay ışığında şeytan ile dansettin mi?” Zihninden o kötülük dolu sesi silemeyen Bruce o ana kadar şeytanla hiç dansetmemişti ama yetişkin olduktan sonra, şeytani kötü insanlarla gizli dansı hiç bitmedi. Onların nefretini çekti, onlara Allahın belası Gotham Şehrini dar etti. Tim Burton’dan sonra çevrilen iki Batman filmi olumlu izler bırakmadı ancak seneler sonra Chris Nolan’ın el attığı Batman, macera filmlerine farklı bir soluk getirdi. İzleyenlerin etkilenmemesi olanaksızdı.

Orta şarkın kötü bir adeti vardır, mor dağların merkebi gibi davranmak adeti yaygındır. Adam kendisi ile hiçbir şekilde alakası olmayan bir konuda kendisine pay çıkarır, taleplerde bulunur talebi yerine gelirse sevinir yerine gelmezse isteklerini yerine getirmeyeni düşmanı bilir. Maalesef zaman zaman ülkemizde de bu tür bencilce, nedensiz talepleri duyarız.

Ülkemizde bir yerleşim biriminin adı uzun yıllar boyunca Elah olarak anılırken zamanla yuvarlana yuvarlana İluh’a dönüşmüş. Derken günün birinde Batman ismi verilmiş.

Batman aynı zamanda Amerika’da yayınlanmaya başlanmış ama tüm dünyada yaygın okur kitlesine sahip bir çizgi roman kahramanı. İngilizce yarasa ve adam kelimelerinin birleştirilmesinden türetilmiş. Çocukluğunda anne ve babası gözleri önünde öldürülmüş bir multi milyoner iş adamının geceleri takıntılı suçlulara savaş açan bir süper kahramanın öyküsünü uzun yıllardır anlatmakta. Superman’in gördüğü ilgi üzerine holywood defalarca el atmış konuya. Geçtiğimiz yıl Chris Nolan’ın ve kardeşini yazdığı senaryodan çekilen film uzun süre konuşuldu hatta filmdeki kötü karakteri canlandıran Heath Ledger’ın film gösterime girmeden önce vefat etmesi eserin üzerine farklı bir giysi geçirdi. Gösterim sonrası seyircinin tepkisi çok olumluydu.

Sonra derken bir gün….

Batman Belediye Reisi Warner Brothers ve Chris Nolan’ı “Batman: The Dark Knight” filminde şehrin ismini izinsiz kullandıkları için dava edeceğini söylemeye başladı. Şöyle bir bakınca aptalca bir hukuki dava gibi görünebilir. Ama değil, sayın reis seneler önce dava açmakla tehdit edince DC Comics incelemeden adama yüklü bir miktarı ödemiş geçmiş. Belediye reisimiz terör örgütüne maddi destek vermekten hüküm giymiş bir müddetliğine.

Oysa incelediğinizde Batman karakterinin ilk yayınlandığı tarihin 1939, Batman’a bu ismin verildiği tarihin de 1955 olduğunu görüyorsunuz.

Batman’da genç kızlar artık töre cinayetine kurban gitmiyor, başkası ile evlilik dışı cinsel ilişkiye girmiş, ya da şehrin alışkanlıklarına göre açık sayılabilecek giysi ile sokakta görülmüş, ya da tecavüz uğramış, ya da yakın akrabası olmayan bir erkek ile manalı manalı bakıştığına dair dedikodu çıkmış kızlar aile baskısı ile intihar etmeye zorlanıyorlar. Bir çok genç kız başka çaresi olmadığı için şakağına silah dayıyor, bileklerini kesiyor, aşırı dozda ilaç alıyor. Bu dünyaya ençok sevdiği insanların zulmü ile insanlık dışı baskısı ile veda ediyor. Yurdumun bir köşesinde sapkınlıktan gözü dönmüş, zevk salyaları ağzından akan yaratık görünümlü yetmişlikler 14 yaşındaki genç kızlara tecavüz ediyor, hukukçular pislik tecavüzcüyü aklamak için seferber oluyorlar. Şehrindeki gençkızlar tecavüze uğradığı için vahşice intihara sürüklenirken Batman Belediye Reisi, bu konu hakkında ne düşünüyor, Batman’lı aileler gibi sıradan intiharlar olarak mı görüyor bu vahşeti. Kızların böyle ölmeyi hak ettiğini mi sanıyor, intihar ettiğinde geride kalan insanlıktan çıkmış ailenin namusu tertemiz oldu diye onlarla beraber mutlu mu oluyor. Batman Belediye Reisinin başka işi kalmamış da İngilizce yarasa adam adına gelen bir kelime için şehrini bir de komikten de ötede acınacak zavallı hale düşürmekten çekinmiyor.

Düşünsenize genç kızsınız, yetmiş küsur yaşında insanlıktan uzak bir sapık karşınıza çıktı, size tecavüz etti, acı, ter, kan birbirine karıştı, bir erkek üstelik tiksinti uyandıran görünümlü bir erkek salyalarını bedenizin en gizli yerlerine sürdü, akıttı, içinize acıyla girdi ve siz bu olayı – Allah’a bin şükür – siz bu durumu sanki sıradan bir olaymış gibi travmasız ve psikolojik olarak hiç etkilenmeden atlattınız. Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakın gibi sapık antolojisinin baş kelamını hayat görüşü olarak benisemişsiniz güya diyelim. Aileniz “gel buraya” diyor ”Al şu kasaturayı, öldür kendini”

Sayın Okan Bayülgen iki dev şirketi davaya yeltenmiş belediye reisi hadisesini sevimli buluyor veTV programında ülkesini bu tuhaflıklar sebebi ile çok sevdiğini nükteli biçimde söylüyor. Bunlar sevimli bulunacak tuhaflıklar değil Okan Bey anladınız mı? Bunlar fırsatçılık, bunlar kendi meselelerine kulaklarını, gözlerini bütün algılarını kapatıp arsızca hak etmediği bir şeyi kopartmak uğruna rezil rüsva olmanın en iğrenç en aşağılayıcı örnekleri.

Batman ili çok ülkede haber programlarında komik haberler bölümünde anılıyor bu günlerde.

Batman’ın kendisi gelse sözüm ona onur ve şerefleri kurtarma adına şeytanla dansetmeye ittirilen kızları şeytanlarından kurtarabilir mi acaba?

Konu ile ilgili düttürüdüklemelerden seçmeler.

bu bir

bu iki

bu da üç

11 Kasım 2008 Salı

Üç Keşfim Var; İkisi Mucize Değerinde, Diğeri İse Eski Bir Widget

Bizler internete erişimimizi engellemeye hevesli yasaklardan mağduru oynayan yasaklamacı zihniyetin keyfi yasaklamalarıyla boğuşaduralım, Google’dan mükemmel bir hizmet keşfettim hayatım değişmedi ama ufkum hayli genişledi. Bir çok blogun üst kısmında yer alan sonraki blog butonuna bastığım zaman farklı dillerde hazırlanmış sayfalara erişir, onarı merakla incelerdim. Neler yazdığını merak eder ama İngilizce dışındakileri pek anlamazdım.



Şuradan girildiğinde; Arapça, Bulgarca, Katalanca, Çince, Hırvatça, Çekçe, Danimarkaca, Flamanca, İngilizce, Fince, Filipince, Fransızca, Almanca, Yunanca, İbranice, Hintçe, Endonezyaca, İtalyanca, Japonca, Korece, Latviaca, Litvanyaca, Norveççe, Lehce, Portekizce, Romence, Rusca, Sırca, Slovakca, Slovanyaca, İspanyolca, İsveçce, Ukraynaca, Viyetnamca, dillerinden birbirine ister yazılı olarak farklı bir dilden girmiş olduğunuz metni isterseniz, bir blogu ya da internet üzerindeki herhangi bir sayfayı tamamen çevirtebiliyorsunuz. Gördüğünüz gibi bu kadar dilin arasında, dünyadaki en yaygın kullanıma sahip dillerden birisi olan dilimizin yer almıyor olması yazık ki ne yazık. Yine de okuduğum Çince, Fransızca, İbranice dillerinde yazılmış sayfalara onların dilinde yorumlar bırakabilmek hoşuma şimdiden gitmeye başladı.



İnternet engin bir okyanus, ciddi ya da gayrı ciddi, her telden çalan insan tipleri blog dünyasında mevcut. Herkes kendi önüne aldığı pcden dünyaya bir pencere açıyor. Bazıları da muziplik ederek farklı kimlikler yaratıp bir bloga yorum bıraktığında kim olduğunun gizli kalacağını düşünüyor. Ha babam yeni google kimliği yaratıyor, dalıyor blogger dünyasına, kendine blog açmadan veriyor veriştiriyor insanlara. Bu konudan geçen sene şurada ve şurada bahsetmiştim. Gene olsun gene bahsederim diyemiyorum bir kere zaten demişim niye gene diyeyim değil mi? Hazır yazılı ver linki gitsin. Blogu olmayan kimliğin yazdığı yorumların şüphelere yelken açtırtması şöyle dursun, benim sayfanın en altındaki sevgili widgetime tıklayıp şifremi girdiğimde sayfama uğramış olan kimselerin blogger kimliklerinin yanında IP numaralarını da görüyorum bu tarz ufak mucizevi aygıtı kullanan herkes kadar. Hal böyle olunca "Operadaki Rezalet" olsun, "Vladimir’in Sinirlendiği An" olsun başlıklı yazılarımın altındaki muzip yazıların kime ait olduğunu görüyorum, biliyorum. Görünen köy kılavuz istemediği için kargadan kılavuz neyin istemiyorum, ilgisinden ve yaratıcı olmayan espritüel yaradılışından ötürü kendisine teşekkürler ediyorum. Güldümsediğimi itiraf edeyim de bir şeye benzesin, yazıktır dert görmesin o kadar uğraşmış boşa gitmesin.


Çenem düştü lafı dolandırdım yine. Bir de bloglara yazdıklarını bir kitap haline getirmeyi düşünenler varsa bu işi nasıl yaparım ederim diye çok da fazla düşünmesinler, bu sayfadan indirdikleri ufak bir program ile yazdıklarını kitap düzenin kolayca aktarabilirler.

İnternet böyle mucizevi edevatlar, widgetler bir de muzip insanlarla dolu işte.

Bu arada opera maceramdan sonra geçtiğimiz hafta Elhamra'da yine İzmir Devlet Opera ve Balesinin sergilediği Manon Lescaut'unu izledim. Muhteşemdi, bir yerlerde bir şekilde yakalayanlar kesinlikle kaçırmasınlar. Manon'da Ayşe Tek, Le Havre sahnesindeki çığlığı da dahil olmak üzere ve Des Grieux rolünde Enrique Ferrer sesine ilaveten oyun gücü ile mükemmeldiler. Eser muvaffakiyetle sahnelenmişti böylelikle ben de ilk defa izlediğim bir operadan zevk aldım, zihnimdeki bir önceki temsildeki Romeo Bey'in hoyrat kartlığı ile Juliette Hanımefendi'nin evlerden ırak nobranlığı, sevimsizliği ve bahtsızlığı silindi gitti.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Yıldönümü

Ondokuzuncu yüzyılda doğmuş, yirminci yüzyılda ölmüş gerçek bir lider. Bugün, yirmibirinci yüzyılda hala kendisinden söz ediliyor. Yirminci yüzyılda yaşamış, Churchill, De Gaulle gibi isimler anılmazken ulu önder Mustafa Kemal Atatürk bir çok ülkede hayranlıkla anılıyor. Yobazlar ölümünden yetmiş yıl sonra bile hala onu karalamak için uğraşıyor. Gençliğe hitabesinde sözünü ettiklerinin birer birer yaşıyoruz.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Acı Çekmenin Zarifçesi

Bir arkadaşım var, sarı ve kısacık saçlı. Ruhu seksenli yılları yaşıyor. Kıt kanaat geçiniyor ama birazcık parası olduğunda Tia Maria alıyor. Tia Maria ve Coca Cola içerken Travis'ten Why does it alwasy rain on me şarkısını dinleyerek kendisine acıyor. İçkisinden bir yudum alıp şarkıyı başa alıyor. Ağlamaya başlıyor, bazen bağırarak şarkıya eşlik ediyor. Bu hali bana eski türk filmlerindeki kederli kadınları hatırlatıyor. Kendisine böyle acımasına çok üzülüyoruz, onu çok tanımayanlar şarkı başladı mı alaysı bir ifade takınıyorlar. Sevenleri hemen koruyoruz onu. Geçenlerde Rufus Wainwright'ın versiyonunu çektim ona giderken. CD yi çalmaya başladığı dakikada "çok güzel olmuş" diyemeden gözleri ıslandı. Ay sonuna gelmiştik, Tia Maria'sı yokmuş, bakkala gidip kırmızı Nevşah aldım ona. Geri geldiğimde bıraktığım pozisyonda kolları müzik setinin yanına dayalı kalmış ağlıyordu. Beraber içmeye başladık. Neden ağladığını sordum bir sebebi yok dedi, aslında çoğu insana göre mutlu olmam gerekir ama bu şarkıyı duyunca bir tuhaf oluyorum o şarkıdaki başına geşen herşeyi onyedi yaşında söylediği yalan bağlayan adamın hali dokunuyor bana, sanki içimde bir düğmeye basılmış gibi oluyorum ondan ağlıyorum dedi. Belki yalan söylüyordu bilmiyorum, beni de öyle etkilemiş şarkılar olduğu için ses etmedim, Vega'dan Ankara, Anima'dan yağmurla gelen şarkılarına ağlamasam da son zamanlarda çok severek üstüste dinlemişliğim vardı çünkü. Herkesin derdi kendine, ona yalnız başıma gitmemeye karar verdim bir süre.

Ev arkadaşı da bunalmıştı kederinden ve çözümsüz kalmayı seçmesinden.

Bir gün cesaretimiz toplayıp döktük ceplerimizdekini önüne:

- Ama biz demiştik sana.
- Ama hani İspanya'da olduğunu söylediği hafta Cuma akşamı bardan çıkarken gördüğümü söylemiştim ben sana, sen bana inanmamıştın.
- Ama erkek arkadaşlarına kadınlarla ilgili verdiği akılları duysaydı aklın dururdu demiştim ben sana.
- Ama kendini bu kadar harab etmemelisin.
- Ama bilmiyorsunuz, ben onu dört yıldır seviyorum. Sonra aniden bir gün okulda bir kız yanıma gelip, "kız arkadaşımın sevgilisi ile beraber olmayı bırak" dedi bana. Altı aydır çıkıyorlarmış.

Bu tarz konuşmalar, hele "demiştim sana" lar hep boşa gider. Bizimkisi sevgilisi ile barışmaya karar verdi, sevgilisi diğer kadın ile ilişkisini sona erdirmedi. Arkadaşımız daha çok Tia Maria içti.

"Neden Tia Maria, herkes gibi şarap, votka, bira içsen olmaz mı?" diye soranlara, "bununla sanki daha zarif acı çekiyorum" derdi. Kahve likörü içip de kederlere gark olmuş bir kadın garip gelirdi görenlere.

Kimi insan acı çekmeden duramıyor. Acı

Arkadaşım, umarım bu satırları okumaz. Zayıf ihtimal. Ama kötü bir niyetim yoktu, okursa en azından bunu bilsin yeter.

2 Kasım 2008 Pazar

Aklın Yolu Kaç Tane?

Bu ülkeyi yönetenlerin, ya da yönetmeye aday kimselerin yalanlarından seneler önce bıktım. Hiçbirisinin bu ülke için hiç bir şey yapmaya niyeti olmadığı belli. Bu sebeple politikadan kendimi uzak tutarak bu iğrenç insanların yalanlarına umut bağlamıyor ya da aleni yalanları karşısında sinirlenmemiş oluyorum. Ülkemizde olanları yabanca basından izlemekle çok daha net ve ciddi yaklaşımlardan haberim oluyor. Biz burada bir haya ülkesinde yaşıyoruz, bilmemizi istedikleri kadar bilgiyi, istedikleri zaman öğreniyor, planladıkları dandil ve acemice senaryolarla gündemimizi 15 er günlük planlarla dolu tutmayı başrıyorlar. BU 20 sene önce de böyleydi, gidişata bakılırsa 20 sene sonrasının bundan daha iyi olacağını hayal etmiyorum. Ciddi meseleler diye bize yutturulan incir çekirdeğini doldurmayan mevzulardan daha ciddileri bir müddettir zihnimi meşgul ediyor.

Bir süredir kendimi istem dışı yaparken bulduğum ama üzerine kafa patlatmakla bile neden yaptığımı çözemediğim davranışlarım var. Arkadaşlarıma sorduğumda onların da zihninin bazı hareketleri sanki beyinlerinde kısa devre olmuşçasına tekrar ettiklerini duyuyorum, kendim ve onlar için endişe ediyorum ve mümkünse muhtelif tuhaf hallerime bir çözüm bulmak istiyorum.

TV karşısına genellikle TV değil de DVD izlemek için geçiyorum, sehpanın üzeri uzaktan kumanda ile doldu. Klimanın uzaktan kumandası, TVnin uzaktan kumandası, DVD Playerın uzaktan kumandası, ses sisteminin uzaktan kumandası, uydu anteninin uzaktan kumandası, etti mi beş tane. Bir ara akıllı kumandalardan alıp beş tane cihazı tek kumandadan yönetmeyi denedim ama insanın sehpası elleri boş kaldı mı aynı önemli insan hazzının tadamıyor kendi evinde. O yüzden bıraktım sehpanın üzeri zengin duruyor hiç değilse. İkea'daki koltuk kenarına asılan, uzaktan kumandalıklardan alacağım ama yok efendim şunu açarken bunu şu cepten onu o cepten çıkarmakla uğraşamam. Bu kadar uzaktan kumanda olunca şu kadarcık bir sorunumu var; mesela, uzaktan kumandanın içindeki pilin zayıfladığı zamnlar tek çaresinin gidip yeni pil alıp ya da çekmecelerden birindeki pillerden alıp eski pili yenisi ile değiştirmem gerektiğini pek ala biliyorum. Ama yok, pili değiştireceğime uzaktan kumadanın tuşlarına abanıp, sımsıkı bastırıp kumandayı eski pillerle bir süre daha kullanmaya çalışıyorum. Ne kadar sıkı bassamda tuşlara çalışmıyor doğal olarak. Ben neden bitmiş pillerin içindeki enerjiyi tuşlara baskı uygulayarak çıkarmaya çalışıyorum bunu bilmiyorum.

Bir diğer kafamı meşgul eden ama düşünmekle yanıtını bulamayacağım soru ise, maymunların evrime uğrayıp şu anki insanın ortaya çıktığı iddiasına bir şey demiyorum. Tamam inandık. Maymunlar evrimleşip insan olduysa şayet neden hala envai çeşit maymun var?

İkinci dünya savaşını anlatan dökümanter filmelere kafayı takmıştım bir ara. İki de birde izlerdim. Japonların kamikaze saldırılarını çok onurlu bulurdum. O pilotların bombasız uçakları ile hedeflere uçmaya gidişini, daha sonra bomba yerine içlerinde iken uçakları ile çakılmalarını cesaretin en kutsalı olarak hayranlık ve kederle izlerdim. Ama anlayamadığım ölümlerine uçmaya hazırlanan kamikaze pilotlarının kafalarına kask takmalarıydı. Kafalarını o kaskı giyerek neyden koruyorlardı? İşte bu soruyu yıllardır yanıtlayamadım.

Johnny Weismüller'lisinden başlayarak Tarzan'lı filmleri hep merakla izledim. Ormanda hayvanlar tarafından yetiştirilmiş, çok güçlü bu yabani adamın ormandaki tüm sorunları halletmesini çocukluğumda şaşkınlıkla takip ederdim. Sonra büyüyünce Tarzan'ın o ormanda nasıl hep bakımlı, traşlı gezdiğini anlayamadım gitti. Ağacın tepesinde yaşayan, hayvanlarla mütemadiyen haşır neşir olan birisinde en azında Robinson Crusoe ayarında bir sakal büyütmesini beklerdim doğrusu.

Süpermarketlerde olsun hiper, mega marketlerde olsun hesabı ödemeye kasaya gittiğinizde size uzatılan plastik torbaların hiç birisini neden hemen elimi uzatır uzatmaz açamıyorum. İllaki her seferinde dakikalrca uğraşıp tepemin atması gerekiyor?

Yine süpermarketteki bir tür olay; insanlar ellerindeki alışveriş arabaları ile çarptıklarında sinirleniyorum, özür dilemezlerse bir laf çarpıtıyorum. Ama özür dilerlerse, "öenmli değil" nevinden bir kelam ediyorum. Madem başkalarına kızıyorum, özür dileyene neden yumuşak cevap veriyorum ya da madem önemli bir olay değil neden özür dilemeyenlere kızıyorum?

Bazı akşamlar karnım acıkıyor buzdolabına gidiyorum, kapağını açıp dakikalrca içine bakıp ne yesem şimdi diye düşünüyorum. Nİye bunu buzdolabının kapısını açtığımda düşünmeye başlıyorum. Yolda, yani mutfağa giden yolda, holde falan giderken düşünüp, ne istediğimi bilir biçimde o buzdolabının kapısını bir günden bir güne niye açamıyorum ben?

Ne zaman masanın üstünde bir şey devrilecek olsa onu yakalamak için hamle yaptığımda neden mutlaka başka bir şeyi deviriyorum?

Neden yaz aylarında sıcaktan yakınırken, kış aylarında evin sıcaklığını yaz aylarındakine getirmeye çalışıyorum. Madem sıcak beni rahatsız ediyor, kışın neden aynı derecelere çıkartacağım diye uğraşıyorum?

Birisine gökyüzünde şu anda bize tam dört milyar yıldız bakıyor dediğimde verdiğimi rakama inanıyor da daha basit şeylere inanmıyor?

Bir sürü kaynana fıkrası var, neden ben bugüne kadar numunelik olsun diye bile bir tane kayınpeder fıkrası duymadım? Hayır googleda da arattım yok. Ama o google da gezerken tesadüfen rastladığım bir istatistik hayatımın en büyük muammasını attı kucağıma. İstatistikler diyormuş ki, her dört kişiden birisinin ruhsal problemi varmış. İyi istatistik hoş istatistik. Benim çok yakın üç arkadaşım var, üçü de gayet normal, hiçbir ruhi sıkıntılarını görmedim şu ana kadar, yıllardır. Ruhsal sorunları olan dördüncü kişisi ben mi oluyorum bu dörtlünün şimdi?

Aklın yolu bir derler bu sorularımın/sorunlarımın bir yanıtı olmalı, yardımlarınızı bekliyorum. Devlet işleri, ülke sorunları gibi ciddi meseleleri işin erbabına emanet ettim. Onlar gereğini yaparlar, siz hiç merak etmeyin. Sorularıma yanıt bulun, sonra da rahat rahat uyuyun emin ellere emanetiz.